Biraz uzun bir yazı ama içinde çok kıymetli bilgiler vardır.Faydalı olması dileklerimle:
EĞİTİM VE ÖĞRETMEN
Atalay GİRGİN(*)
“Önce ekmekler bozuldu”* diyor bir yazar; aynı adı taşıyan kitabında. Sormak gerek: Ekmeklerin bozulması için, ekmekçilerin bozulması gerekmiyor mu öncesinde? Ekmekçiler bozulmadan, nasıl bozulabilir ekmekler? Ya da sadece bozulan ekmekler ve ekmekçiler midir? Yoksa günlük maişet derdi içerisinde koşuşturan insanın, toplumsal bozulmanın farkına vardığı an sofrasındaki ekmekle mi başlıyor? Hangisi?
Toplumsal çözülme ve kültürel çürümenin başladığı bir yerde, hiçbir şey bunun etkisinden ari kalamaz. Yargıdan yasamaya, ekonomiden bürokrasiye, dinden siyasete tüm toplumsal kurum ve ilişkiler büyüklükleri ve etkileri oranında bunu yaşar; dahası yaygınlaştırıcısı ve meşrulaştırıcısı haline gelir. Kurumsal olarak
eğitim ve bunun asli bir unsuru olan öğretmen de bu sürecin dışında değildir. Hatta varolanı ve sistemin egemenlerinin istediğini yaygınlaştırma ve meşrulaştırma konusunda başat bir role sahiptir. Genel bir kabul gören eğitim tanımı da bu başat rolün altını çizer zaten. Der ki, “Eğitim, bireye, yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik davranışlar kazandırma sürecidir”. Kimin görevidir bu? Kim kazandırır davranışları bireye, yani öğrenciye?
Eğitimin işlevlerinden önce, bu tanıma sorular sormak gerek.
“Kasıtlı” ve “istendik davranışlar”ı kim ya da kimler belirler? Bu “kasıtlı” ve “istendik davranışlar” kimin çıkarları doğrultusunda ve kime, neye hizmet için belirlenir? Soruları daha fazla uzatmaya gerek yok. Yanıtı belli soruların.
Elbette ki, bu davranışlar, toplumsal çözülmenin farkına sofrasındaki ekmeğin bozulmasıyla varan, kadını-erkeğiyle işçisi, işsizi, yoksul köylüsü ve küçük mülk sahibiyle, toplumun ezici bir çoğunluğunu oluşturan insanlar ve temsilcileri tarafından, kendi çıkarları doğrultusunda ve kendilerine hizmet için belirlenir; dersem, inanmayın; yalan olur. Sadece ben değil, kim söylerse söylesin yalandır. Dün yalandı, bugün de yalan. Çünkü toplumun büyük bir çoğunluğunu oluşturan yönetilen ve sömürülen kesimleri, ne bu davranışların farkındadır, ne de bu davranışların ardındaki amaç ya da amaçların. Onlar ve çocukları bu davranışların hedefidir yanlızca. Neden? Kimin için? Kimin yararına? Kimin çıkarlarına hizmet için? Onların hedef olduğu bir yerde, hedefe nişan alanlar, tetiği çekenler kimlerdir?
O halde soruların doğru yanıtı nedir?
Dünyanın neresinde olursa olsun, üretim araçlarının özel mülkiyetine, insanın insanı sömürüsüne dayanan hiçbir toplum, yekpare bir bütün değildir. Çünkü burada, insanlığın binlerce yıldır sürdürdüğü eşitlik, özgürlük ve adalet özleminin nedeni olan, toplumsal eşitsizlik ve onun kaynağı vardır. Dahası burada, çıkarları birbirinden farklı toplumsal sınıflar vardır. Çünkü böylesi toplumların bir yanında, sömüren, yöneten, yasaları belirleyen egemen sınıflar, diğer yanında ise sömürülen, yönetilen, yasalara uyması istenen tabi olan sınıflar yer alır. Egemenler azınlıktır her zaman. Tabi olanlar ise çoğunluk... Bunlar aynı zamanda toplumsal zenginliği de üretenlerdir. Ne var ki, ürettiklerinin büyük bir bölümüne, toplumun bir avuç egemenince el konulur: Kimi zaman ekonomi dışı zor yoluyla, kimi zaman da ekonominin kendi işleyişi yoluyla...
Toplumsal zenginliği üreten çoğunluk, buna el koyan azınlığı tükrükleriyle bile boğabilecekken, nasıl olur da bu duruma sessizce boyun eğer ya da boyun eğdirilir? Bu boyun eğdiriş yanlızca, bir avuç azınlığın aynı zamanda “silah kullanma tekeli”ne de sahip olan devletinin varlığına mı bağlıdır? Sadece egemenlerin zor kullanmasıyla açıklanabilir mi bu?
Hayır!... Zor kullanılması ve bunun egemen sınıfların varlığını korumasının ve sürdürmesinin güvencesi olarak, siyasal, askeri ve bürokratik anlamda örgütlenmesinin somut bir ifadesi olan devletçe uygulanması önemli bir etkendir, üretilen toplumsal zenginliğin el konuluşuna boyun eğişte. Ama tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda bunun, çoğunluğun bilincinde meşruluğunun sağlanması gerekir. Yani varolanı kabullenmeyi kolaylaştıran bir ideolojiye gerek vardır. Egemen bir ideolojiye...
Egemen ideoloji, toplumun yöneten, sömüren, toplumsal zenginliğe el koyan egemen sınıflarıyla, toplumun yönetilen, sömürülen alt sınıfları arasındaki tabilik ilişkisini sağlayan ve onların bilincinde varolanı meşrulaştıran ideolojidir.
Eski çağlarda bu rolü oynayan, insanın insanı sömürmesini, kölenin efendiye itaatini ve efendilerin egemenliğini meşrulaştıran, asli unsur dindir. Din, kendi kutsalı ve kutsalları temelinde, ritüelleriyle birlikte, düşünce, söylem ve davranış düzeyinde, inanma biçim ve araçlarını içeren dogmatik önermeler bütünüdür.
Dinin en temel işlevlerinden biri, toplumsal kontrol aracı olmasıdır. Kölelerin ve köle sahiplerinin var olduğu bir toplumda, din, kimin için, kimin çıkarlarını korumak için, toplumsal kontrol aracıdır? Kölelerin mi yoksa köle sahiplerinin mi? Sömürenlerin mi yoksa sömürülenlerin mi? Hangisinin çıkarlarını korumak, hangisinin egemenliğini sürdürmek için...
Konfüçyus’un bile, ‘Tanrının yanlızca hükümdarın dualarını kabul edeceği’**ni söylediği aktarılır. Sormak gerek: Tanrı yanlızca hükümdarın dualarını kabul ediyorsa, bu durumda, tanrının lutfuna mazhar olmak isteyen insanlar ne yapmalıdır? Ya da hükümdara, efendisine karşı gelen, varolan duruma isyan eden bir insan Tanrının lutfuna mazhar olabilir mi?
Öte yandan hiçbir din köleliğe karşı çıkmaz. Köleliği yasaklayan hükümleri içermez. Hiçbir din, ‘Köle kullanan ya da bir başkasını köleleştiren insan bizden değildir; o bir kafirdir’ demez. Ki böylesi bir hükmün dinlerin kutsal metinlerinde de yeri yoktur. Neden?
Bir yanda zenginliği üreten kölelerin yer aldığı çoğunluk, diğer yanda ise onların ürettiklerine el koyan bir avuç azınlık varken, dinlerin köleliği yasaklayan bir tutuma sahip olmaması, varolan sömürüyü ve toplumsal eşitsizliği meşrulaştırarak koruma ve sürdürme işlevinden kaynaklanır.
Ekonomik artığa, ekonomi dışı zor yoluyla elkonulan zamanlarda, az sayıda insanı kapsayan sistematik eğitim de, genel olarak, dinin kontrolünde ve dinsel kurumlar aracılığıyla yürütülmüştür. Buralardan yetişenler, genellikle, sömürü düzeninin varlığını sürdürmesi doğrultusunda, egemen kesimlerin hizmetinde iş görmüşler ve onların egemenliğinin meşruluğunu korumaya, geliştirmeye çalışmışlardır. Asli işlevleri de budur zaten. Çünkü bu amaçla yetiştirilmişlerdir. Bunların içinden farklı düşünen, söyleyen, eyleyen, varolana karşı tutum alanlar da çıkmıştır istisnai olarak. Ancak böyleleri, “sapkın” olarak nitelenmişlerdir, egemen olanlar ve onların hizmetinde kusur etmeyenlerce. Hiristiyanlıkta “Kurtuluş Teolojisi”ni savunanlar, İslamiyette Batiniler ve Karmatiler ya da Karamatiler, v.b.; Osmanlı’da ise Şeyh Bedreddin ve müridleri buna örnek olarak verilebilir.
Kısacası dün, toplumun alt sınıflarının “gönüllü kulluğa” sevk edilmesini sağlayacak “münevverleri” yetiştiren, resmi ya da gayri resmi dinsel eğitim kurumlarıdır. Münevver ki, kendi aklıyla düşünen, söyleyen, eyleyen değil; aksine, bir kaynaktan kendisine tutulanı, sormadan, sorgulamadan, istenen yere ya da kişilere, bir ayna gibi yansıtandır. Düşünen, soran, sorgulayan, yeni yanıtlar üreten, münevver olarak kalamaz; dahası münevverler arasında da barınamaz...
Ekonomik artığa, ekonominin kendi işleyişi içinde el koyuşla karakterize olan ve bu özelliğiyle, kendisinden önceki toplumsal formasyonlardan da ayrışan kapitalizmin ve onun egemen sınıfı burjuvazinin gelişimiyle birlikte, eğitim genel ve kitlesel bir nitelik kazanmıştır. Özellikle 1789 Fransız İhtilali ve 18. yüzyıl “sanayi devrimi” sonrası, bir yandan vasıflı ve okur yazar işgücüne duyulan ihtiyaç, diğer yandan ise “Ulus ve Milliyetçilik” düşüncesi ve ideolojisi temelinde “ulus-devlet” ekseninde toplumun yeniden inşası süreci, her geçen gün kitlelerin bu amaçlar doğrultusunda eğitimini zorunlu kılmıştır. Ki “zorunlu eğitim” de bu dönemin ve sürecin ürünüdür. Genel ve mesleki eğitim de, bu nedenlere bağlı olarak, öncelikle, kapitalizmin geliştiği ülkelerde yaygınlaşmıştır.
Avrupa’da ve asıl olarak da Hollanda, İngiltere, Fransa ve Almanya’da ortaya çıkan kapitalizm, hem dünya ölçeğinde hem de tek tek ülkelerde eşitsiz ve bileşik bir gelişim seyri izlemiştir. Diğer ülkelerdeki yönetici kesimlerin ve egemen sınıfların, bilim ve teknolojinin de hızla geliştiği bu ülkeleri ve bu ülkelerdeki kurumları örnek alarak hem kapitalizme yönelişleri hem de toplumu kapitalistleştirme süreçleri, bu sistemin eğitimden siyasete, hukuka kadar tüm kurum ve kuruluşlarıyla dünya-evrensel bir hale gelmesini hızlandırmıştır. Ki bu aynı zamanda, diğer ülkelerin, adı geçen emperyalist-kapitalist devletlerle zorla ya da isteyerek kurdukları ekonomik, sosyal, siyasi, askeri ilişkiler sonucu hem uluslararası bir işbölümünün kurulmasını hem de kapitalizmin gelişimine ve egemen sınıfların ihtiyacına uygun politikaların her alanda uygulamaya sokulmasını sağlamıştır.
İşte eğitim ve özel olarak da, okullarda yapılan sistematik eğitim bu politikaların uygulamaya konulduğu alanlardan biri ve en önemlisidir. Elbette, bir münevver sıfatıyla, öğretmen de bunun en önemli aracıdır.
Radyo, televizyon gibi kitle iletişim araçlarının olmadığı, okur yazarlık oranının düşük olması nedeniyle, gazetelerin de toplumun alt kesimleri üzerindeki etkisinin yaygın bir işlevsellik taşımadığı koşullarda, gelişmekte olan kapitalizmin ve onun egemen sınıfı burjuvazinin, kitleleri etkilemek, yönlendirmek ve onların çocuklarını, sistemin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirmek için elinde bulunan en etkili araç, okullar aracılığıyla sürdürdüğü sistematik eğitim ve bunu uygulattığı öğretmenlerdir.
Öğretmen, bilerek ya da bilmeden, “derya içre olup da deryayı bilmeyen balıklar” misali, kapitalist sömürü düzeninin ve burjuvazinin siyasal ve ideolojik temsilcisi olarak dikilir hergün, sokakta velinin, sınıfta öğrencinin karşısına. Çünkü öğretmenin asli görevi, farkında olsa da olmasa da, varolan düzenin, varlığını koruması; toplumsal eşitsizlik ve sınıfsal güç dengeleri değişmeksizin gelişimini sürdürebilmesi doğrultusunda siyaset ve ideoloji aktarımıdır. Bunu inkar eden bir öğretmen ise ya ne yaptığını bilmeyen gerçek bir “saf” ya da açıkça yalan söyleyen bir “şarlatan”dır.
Eğitimin de üç temel işlevi vardır zaten: Siyasal, kültürel ve ekonomik. İster genel, ister mesleki, isterse dini ağırlıklı olsun, eğitimin işlevleri arasındaki başat unsur, siyasaldır; ideolojiktir. Diğer işlevler bunu perdeleyen, süsleyen, fark edilmeden, kolayca, bir bilinç olarak içselleştirilmesini sağlayan bir niteliğe sahiptir. Çünkü, asıl amaç, toplumun yönetilen, sömürülen kesimlerinin çocuklarını, yani yeni yetişen nesli de insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzenine bağlı ve onun egemen sınıfının çıkarları doğrultusunda düşünen, söyleyen ve davranan bireyler olarak yetiştirmektir.
İşte bunun için, eğitim programları yapılır; amaçlar ve davranışlar belirlenir. Eğitim programlarının gerçek amaçları ve davranışları, kapitalizmin gelişimine, o ülkenin uluslar arası işbölümü içerisindeki yerine ve egemen sınıf ya da sınıfların ihtiyaçlarına göre tesbit edilir. Söz konusu olan, ne toplumsal yarardır ne de toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçilerin, işsizlerin, yoksul köylülerin, küçük- mülk sahiplerinin çıkarıdır. Bunlara danışılmaz bile... Dünyanın her yerinde bunlardan yanlızca seçim zamanı oy istenir, savaş zamanı da ölmeleri... Dolayısıyla, öğrenciye kazandırılacak, yani onu adım adım “ideolojik esir” kılacak “istendik davranışlar”, sermayenin ve burjuvazinin ekonomik, sosyal, siyasal, ideolojik, kültürel, askeri, v.b. çıkarları doğrultusunda, onların her soydan ve boydan, kimi zaman adına “uzman” denilen, yerli ve yabancı temsilcilerince belirlenmektedir. Keza eğitim politikalarındaki tüm değişiklikler de bu doğrultuda yapılmaktadır her zaman.
Bu programların ve bunları uygulayan kurumların başında yer alan ve kendileri de siyasal ve ideolojik bir niteliğe sahip olan “Milli” ya da “Ulusal” ibareleri, ideolojik yanılsama sürecinin başlatıcısı ve maskesidir. Programların, hiç değiştirilmeksizin, virgülüne bile dokunulmadan her programda yer alan ifade ve hükümleri için de geçerlidir aynı durum. Bu ibare ve hükümler ki, sorgulanmazlık zırhına alınmıştır bir biçimde. Oysa bunların ardında gizlenen hakikati ortaya çıkarmanın, deşifre etmenin yolu da sorgulamadan geçmektedir.
Sorgulamayı kim yapacaktır? Veli mi? Yoksa öğrenci mi? Ya da sorgulamayı yapması gereken öğretmen midir? Kendisine sunulanları, sormadan, sorgulamadan, aynı dili konuştuğu çocuklara, bir davranış olarak kazandıran öğretmenin değeri nedir? Bu sorgulamayı yapmayan öğretmen, kimin öğretmenidir? İçerisinde yetiştiği, kendisine, konuştuğu dili, değerleri, bir bütün olarak kültürü kazandıran toplumun mu, yoksa sözüm ona “ulusal” ve uluslar arası sermayenin ve burjuvazinin mi? Kapitalist sömürü düzeninin hüküm sürdüğü bir toplumun ve dünyanın bir avuç egemeninin öğretmeni mi, yoksa bu sömürüye maruz kalan milyarlarca insanın öğretmeni mi? Hangisinin? Neden? Niçin?
Yanıt sizindir!...
İşte Bir Örnek: Türkiye...
Tarihsel ve güncel boyutuyla Türkiye’de eğitim ve öğretmen gerçekliğine bakıldığında, yukarıdaki açıklamaların bir iz düşümü görülür. Bu durum Türkiye’nin, dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanması içerisinde yer alan, kapitalist bir ülke olmasının da ifadesidir.
Ne var ki, Anadolu ve Anadolu insanının kapitalizmle tanışması Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla başlamadı. Bu başlangıç Osmanlı’ya tekabül eder.
18. yüzyıl sonlarıyla 19. yüzyılın başları kapitalizmle her düzeyde ilişkinin kurulması sürecidir. Bu devirdeki Osmanlı padişahları ve halifeleri, Avrupa’daki emperyalist- kapitalist devletlerle kurulan ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ilişkilerin ve bu devletlerin bir çok alandaki başarılarının etkisi altında kapitalizme yönelmişlerdir. Bu aynı zamanda, Osmanlı’nın, kendi topraklarındaki teba ve reayaları üzerinde sürdürdüğü eski usul sömürü yol ve yöntemlerinin yerine, kapitalist sömürü düzenini geçirme yönelişidir de. Emperyalist-kapitalist devletleri izleme doğrultusundaki ilk adımlar, askeri ve eğitim alanında atılmıştır. Bunları hukuki, siyasi, v.d. alanlarda düzenlemeler izlemiştir.
Belirleyenleri, emperyalist kapitalist ülkeler olan bu ilişkilerde, onlar gibi olabilmek kolay değildir. Osmanlı da onlar gibi olamamıştır. 1838’de zamanın padişahı, halifesi, bir başka deyişle zillullahı, yani Allahın yeryüzündeki temsilcisince onaylanan İngiltere’yle yapılan ticaret anlaşmasıyla hızlanan süreç, Duyun-u Umumiye ile daha ileri bir boyut kazanmıştır. Geç kalmanın fazileti de vardır, rezaleti de... Bunlardan Osmanlı’nın payına düşen rezalettir. Siyasi iktidarını sözüm ona korur ama, ülkesi yarı- sömürgeleşir. Uluslar arası işbölümünde bir yeri de vardır artık: Tarım ürünlerinin, ham madde niteliğindeki yer altı ve yer üstü kaynaklarının ihracatı ve mamul, sanayi ürünlerin ithalatı.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti de saltanatı ve hilafeti kaldırmanın dışında, Osmanlı’yla başlayan kapitalistleşme sürecini aynen devam ettirmiştir. Bundan dolayıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’dan kopuş ve onun inkarı olduğu iddiaları gerçekdışıdır. Bu iddialar, gerçekliği bütünsel olarak kavramak yerine, kendilerini ideolojik olarak temellendirme ve yanılsamalı bir bilinç hali yaratma peşinde koşan ve bu arada Osmanlı’yı ve halifeliği de savunma ve aklama gayretindeki, din temelli bir siyasal ve ideoloji sahibi “İslamcılar”ın uydurmalarıdır. Cumhuriyet kadroları da kendilerini meşrulaştırmak adına dile getirir benzer iddiaları... Ki bunların, yeni yetişenleri bilinç yanılsamasına yöneltmek ve gerçekliği gizlemekten öte kıymet-i harbiyeleri yoktur. Çünkü, yeni kurulan devletin, Osmanlı’nın Duyun-u Umumiye borçlarını 1950’li yıllara kadar ödemesi bile, bu iddiaların inkarıdır. Ve sorun salt bununla sınırlı değildir.
İzmir İktisat Kongresi, Osmanlı’nın uluslar arası işbölümündeki rolünün, Türkiye Cumhuriyeti tarafından da sürdürüleceğinin teyit edilerek, dosta düşmana ilan edildiği yerdir. Bu rol temelinde kapitalizm geliştirilecektir.
Bu doğrultuda ekonomik, sosyal, siyasal, hukuksal, kültürel, v.d. alanlarda hızlı düzenlemeler ve uygulamalar yapılır. Eğitim de bunların içerisindeki en önemli alanlardan biridir. Eğitim politikalarına damgasını vuran ve belirleyici olan, öncelikli iki asli unsur vardır. Bunlardan biri, Türkiye’nin uluslar arası işbölümündeki yeridir. Yani tarım ürünlerinin ve ham madde kaynaklarının ihracatı, sanayi ürünlerin ithalatı. İkincisi ise, ulus-devletin inşası; toplumun ulus ve ulusçuluk düşüncesi temelinde yeniden örgütlenmesi. Çünkü dünya kapitalizmi ve onun egemen sınıfı olan sermaye ve burjuvazi için, ulus-devlet miadını doldurmamıştır daha.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu bu dönemde çıkarılır. Yine bu dönemde ilk eğitim zorunlu kılınır. Yeni nesilin ulus bilinciyle yetiştirilmesi gerekmektedir. Çocuğunu okula göndermeyenin kapısına jandarma dikilir bu dönemde.
1940’lı yıllarda Köy Enstütüleri de bu anlayışla kurulur ve yaygınlaştırılır. Bir tarım toplumu olma ve sürdürme amacıyla, davranışlar kazandırılır öğrencilere. Öte yandan da ulus ve ulusçuluk fikri egemen kılınır. Buradan yetişenler öğretmen olarak, genellikle köylere gönderilir.
Öğretmen devletin temsilcisidir.
Bir başka deyişle bu dönemde öğretmen, birçok yerde devletin yegane temsilcisi olarak çıkar toplumun karşısına. Bundan dolayı, önemli bir statüye sahiptir. Kitle iletişim araçlarının da yaygın olmadığı bu dönemde, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin amaçlarını, politikalarını, uygulamalarını topluma anlatacak, ulaştıracak olan kişidir öğretmen.
Kapitalizmin 1929’daki dünya ekonomik bunalımı, uluslar arası işbölümünde bir kopuş yaratır. Sermaye ve burjuvazi, bu bunalımı aşmak için sermaye birikim biçimi de dahil, yeni arayışlara, yeni politikalara ve uygulamalara yönelir. Devletçilik ya da sosyal refah devleti de denilen sosyal devlet anlayışı bunun sonucu çıkar ortaya.
Buna uygun politika değişikliği, Türkiye’de de kendisini gösterir hemen. Devletçilik resmi bir politika olur. Devletin, kapitalizmin gelişiminde, sermayenin ve burjuvazinin desteklenip palazlandırılmasında daha aktif bir rol oynamasıdır amaçlanan. Kontrol sanayii niteliğine haiz olmayan alanlarda Kamu İktisadi Teşebbüsleri(KİT) bu dönemde kurulmaya başlanır. Eğitimde de “Yerli Malı” haftaları yer alıp yaygınlaşır. Artık “Yerli Malı Türkün Malı Herkes Onu Kullanmalı”dır.
1929 ekonomik bunalımından İkinci Dünya Savaşı sonuna dek devam eder bu. Savaş sonrası, dünya kapitalizminin, sermayenin ve burjuvazinin yeni bir jandarması vardır artık: Amerika Birleşik Devletleri(ABD). Kapitalizm ve onun egemen sınıfı, ABD’nin hamiliğinde fethetmetye devam edecektir dünyayı. Nato, IMF ve Dünya Bankası bu dönemde kurulur. Thruman Doktrini çerçevesinde Marshall Yardımı(!) yapılır kimi ülkelere. Türkiye de bu ülkelerin içindedir.
Yardım ve doktrin etkisini çabuk göstermeye başlar. Önce 1946’da çok partili bir genel seçim yapılır. 1950’de Demokrat Parti(DP) tek başına iktidara gelir. ABD’yle bu balayı döneminde, Türkiye’nin uluslar arası işbölümündeki konumu değişmemiştir daha ve tarım ürünlerine olan talep, ihracatı da artırmaktadır. Bir yandan Marshall yardımlarının, diğer yandan ihracat gelirlerinin etkisiyle olsa gerek, “her mahallede bir milyoner yaratacağız” sözleri uçuşmaktadır havada; sanayii değil ama, ticaret burjuvazisi gelişmektedir. Buna bir de “Küçük Amerika olacağız” eklenir. Bu yıllarda ABD, kamuoyunca bilinen ve bilinmeyen -ki bunlara Türkiye Cumhuriyeti askerinin girmesi yasaktır- askeri tesisleriyle yerleşir Türkiye’ye.
Bu yerleşme ekonomik, siyasi ve askeri alanla sınırlı değildir. Eğitime de el atarlar. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı ile kurulan ilişkiler sonucu Amerikan Ford Vakfı’nın mali desteği ve fikri yönlendiriciliğiyle bir ilköğretim (o zamanki adıyla ilk okul) programı hazırlanır. Bu program, hemen uygulamaya konulamaz. Üzerinde yapılan küçük değişikliklerle 1962’de kimi okullarda pilot uygulama yapılır. 1968’de ise son şekli verilerek tüm okullarda uygulanmaya başlanır. İşte o günden buyana öğretmenlerin bıkmadan usanmadan, sormadan sorgulamadan çocuklara kavratmaya çalıştıkları amaçlar ve doğrultudaki davranışlar, Amerikan Ford Vakfı’nın hazırlanmasına hem mali olarak finans sunduğu hem de fikri yönlendiriciliğini yaptığı, bu programa göre belirlenmektedir. (Bu paragraf, Doğan Ergun’un “Sosyoloji ve Eğitim” kitabından özetlenerek aktarılmıştır.)
1950’nin ikici yarısından itibaren, kapitalizmin ithal ikameci sanayileşme dönemi belirginleşmeye başlar. Bunun gereklerini kavramakta ve yapmakta geç kalan, sanayileşmeyi programlarının 7. maddesinden yukarıya çıkaramayan DP, 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle iktidardan uzaklaştırılır. Sanayi burjuvazisinin ağırlığı artar ama bu, montaj sanayiidir. Bunun gerekleri doğrultusunda, meslek liselerinin açılmasına hız verilir.
1960’ın ortalarından itibaren, işçilerin, köylülerin, öğrenci gençliğin kapitalist sömürü düzenine karşı muhalefeti ve talepleri yükselir. Bu muhalefet 1968’de “Amerika defol” ve “6. filoya hayır” sloganlarıyla siyasal ve anti-emperyalist niteliğini daha da dışavurur. Bu eylemleri yapanlara, camilerden çıkanlarla müdahale edilir. DP döneminde açılmaya başlayan İmam Hatip’ler ve yaygınlaşan Kuran Kursları ilk meyvelerini vermeye başlamıştır. Sahiplerini korumakta kusur etmezler. Hizmetlerinin karşılığı 1970’li ve 80’li yıllarda, İmam Hatip Liseleri’nin hızla yaygınlaştırılmasıyla verilir bu kesimlere. Elbette bir nedeni vardır bunun: ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”. Bununla hem toplumsal muhalefetin sola yönelmesi önlenecek, hem de toplumun yoksul kesimleri din temelli siyasal ve ideolojik yapılarca kontrol altına alınacaktır. Bu konuda tam isabet kaydedilir. 2003 yılındaki tablonun ilk fırça darbeleri, ta o günlerde vurulmuştur ABD tarafından ve öğretmenler de bunun oluşması için ellerinden gelen her türlü yardımı “saf”ça ya da bilerek yapmışlardır. Belki birgün madalyaları da takdim edilir kendilerine...
Dünya kapitalizmi 1970’li yıllarda, özelleştirme ve ihracata dönük ekonomik büyüme politikalarına yönelir. Bunlar, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarca, Türkiye benzeri ülkelerin önüne konmaktadır. 24 Ocak 1980’de bu doğrultuda kararlar alınır. Ne var ki, hükümet çeşitli nedenlerden dolayı geç kalır bunları uygulamakta. Ve ordu 1960 ve 1970’de olduğu gibi, bir kez daha çıkar kışlalarından: 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi gerçekleşir.
Sahnede, dünya kapitalizminin istediği politikalar, fonda ve yerde, başta sol kesimler olmak üzere, kendilerine verilen rolü yerine getiremeyen parti liderleri ve rollerini oynamanın yanısıra işi azıtan ve efendileri ABD’nin yönelişlerini kavrayamadığı için yersiz ve gereksiz talepte bulunan kimi milliyetçi ve islamcı unsurlar da vardır. (Bunların içinde milliyetçilik bayraktarlığı yapanların yolu, kabeleri kapitalist sömürü düzenindeki efendilerinin “ulus-devlet”i “asar-ı atika” müzesine göndermeye hazırlandığı bir dönemde, şimdi anımsamadıkları, “Milli Devlet Güçlü İktidar” isteme gaflet ve delaletinden dolayı iktidar yerine hapishaneye düşmüştür.) Bunlardan yavaş yavaş ehlileştiğine karar verilenlerin fondan ve yerden kalkıp uzaklaştıkları görülür; yeni kurulacak sahnedeki rollerine hazırlanmaları için. Bu arada, yıllardan beri okullarda uygulanmakta olan “Yerli Malı Haftaları” anlamını ve değerini yitirmeye başlamıştır. Eğitimde yaz boz uygulamaları yapılmıştır. Neden acaba? Yanıtı olan, merak eden var mı?
Şimdi 21. yüzyıldayız. Eğitimde sessiz sedasız başlatılan kimi uygulamalar var. Bugün bayraklaştırılmadı daha. Örneğin; “Avrupa Günü” bunlardan biri. Şimdi çocuklar bununla yetişiyor. Öte yandan eğitimde yeni programlar hazırlanıyor; allanıp pullanıp, süslenerek sunulacak yakında. Bu programlar Avrupa Birliği sınırları içinde uygulanıyor. Bunlardan birinin adı Leonardo, diğerinin ki Sokrates. Yakında, Avrupa ülkelerinin yanısıra, Türkiye’deki okullarda... Haberiniz var mı? Kimin ihtiyaçları ve istekleri temelinde yapılıyor bu programlar? Türkiye’deki işçilerin, işsizlerin, yoksul köylülerin, küçük mülk sahiplerinin mi, yoksa kapitalist sömürü düzenini daim kılmak isteyen uluslarüstüleşen sermaye ve burjuvazinin mi? Bu programların görünen değil, görünenin ardında gizlenen siyasal ve ideolojik amaçları nedir? Bilen merak eden var mı?
Eğitim programlarındaki bu değişikliğin ardında, ABD’nin liderliği ve jandarmalığında, kapitalist sömürü düzenini, “ulus-devleti”n yerine, AB gibi bölgesel, kıtasal devletler, bir nevi çağdaş imparatorluklar kurarak sürdürme yönelişindeki sermayenin ve burjuvazinin istekleri ve amaçları vardır. Öğretmenler, “münevver” sıfatıyla iş görmeye devam ettikleri sürece, çocukları bu amaçlar için yetiştireceklerdir artık.
Hayırlı uğurlu olsun “münevver”lere...
Son Söz : Sormak, sorgulamak, “bilmeye cüret et”mektir. “Bilmeye cüret et”menin ise bedeli vardır. Bu bedel her zaman ödenmiştir birilerince. İçerisinde yetiştiği toplumu ve onun insanlarını seven, insanın insanı sömürüsüne dayanan insandışı kapitalist sömürü düzenine ve egemenlerine boyun eğmeyen, insan olmanın onurunu ve sorumluluğunu taşıyanlarca yine ödenecektir. Ama, bilinçli ya da bilinçsizce, bilmeye cüret etmeyerek, “münevver” sıfatının ardında “fikrini, irfanını, vicdanını” sömürü düzeninin egemenlerine teslim eden çoğunluk, kendilerinin bireysel olarak ödemekten kurtuldukları bedeli, ellerindeki ödül kırıntısıyla avunarak, dünyanın her yerinde kendi toplumunun geneline ödetir.
Gerçek bir öğretmenin tercihi hangisi olmalıdır? Karar sizindir.
Şimdilik bu kadar...
Nasıl bir eğitim ve nasıl bir öğretmen? Sorusunun yanıtı bir başka yazıya..
---------------------------------------------------
(*) Ankara Gölbaşı Lisesi Felsefe Öğretmeni;
Atalaygirgin@yahoo.com
* Önce Ekmekler Bozuldu- Oktay AKBAL
** Liseler için Felsefe tarihi-A. Cevizci- Ö. Özüduru
Konuyla ilgili okuma için öneriler:
1- Ezilenlerin Pedagojisi - Paulo Freire – Ayrıntı yayınları
2- Sosyoloji ve Eğitim- Doğan Ergun – V Yayınları
3- Eğitim Felsefesi Temel Sorunları – Gürsen Topses – Dayanışma Yayınları
4- Gönüllü Kulluk Üstüne Söylev –Etienne De La Boetié – İmge Yayınları
5- Değişme Sürecinde Devlet ve Eğitim – Dr. Feyyat Gökçe – Eylül Kitap ve Yayınevi
6- Türkiye’de Devlet ve Sınıflar – Çağlar Keyder – İletişim Yayınları