Kızılderililer Newyork'u kaça Sattı..? Kanada, 1800'lü yıllarda kurulan ve 1990'lara dek varlığını devam ettiren kilise yatılı okullarında ölen ya da kaybolan 150 bin Kızılderili çocuğun başına neler geldiğini bulmak için yeni bir proje başlattı.
Başbakan Stephen Harper'ın 2008 Haziran ayında Federal Parlamentoda Ulusal Şef Phil Fontaine başkanlığındaki 11 Kızılderili liderinden yazılı ve sözlü özür dilemesinin ardından kurulan Kayıp Çocukları Arama Komisyonu, çalışmalarına başladı.
Komisyona ilk aşamada 60 milyon Kanada Doları (yaklaşık 90 milyon TL) bütçe tahsis edildi. Komisyonun başına da Trent Üniversitesi tarih profesörlerinden John Milloy getirildi.
Yapacakları işin zaman ve sabır isteyen, zahmetli bir iş olacağını söyleyen Milloy, "Kanada tarihinin acılarla dolu bir bölümünü aydınlatmaya çalışacağız. Bu çocuklara ait mezarlıkları ya da olabilecek bütün delilleri kayıt altına almayı ve ailelerine sağlıklı bilgi verebilmeyi hedefliyoruz" dedi.
Komisyonda göreve başlayan Susan Roy ise "İncelenmesi gereken, sadece Birleşik Kiliseye ait 20 bin kutu var.
Kayıtların çoğunda, hastalanan çocuk hastaneye sevk edilip okul listesinden çıkarılmış. Hastane kayıtlarında ise çocuklara ait bilgi yok. Bu, çözümü oldukça zor bulmaca gibi" dedi.
Kanada'da 1800'lü yılların başında 150 bini aşkın Kızılderili çocuk, zorla ailelerinden alınmış ve devletin kiliselerde kurduğu yatılı okullara yerleştirilerek asimilasyona tabi tutulmuştu. Ülke genelindeki 130 yatılı okuldan en sonuncusu 1996'da kapatılmış, 2008'de de Başbakan Harper Kızılderililerden özür dilemişti.
KIZILDERİLİLER NEWYORKU KAÇA SATTI Bugün dünyanin en pahali arazisi sayılan New York'un ünlü Manhattan adası 1624 yılında Peter Munite adli bir tüccar tarafından kizilderililerden 24 dolar değerindeki incik boncuk karşılığında satın alınmış, Toplam 58 km2 olan Manhattan'a ilk olarak Hollandalı göçmenler yerleşmiş ve bölgeye New Amsterdam adı verilmiş tir.Bölgeye 1664 yilinda yerleşen İngilizler bölgeye New York adını vermiştir.
Kızılderili katliamı Babıali Kültür yayıncılığı tarafından 2005 yılında basılan geçtiğimiz aylarda da 4 baskısı piyasaya sunulan “ Kızılderili Katliamı “ isimli Amerika kıtasında ki soykırımı örnekleriyle anlatan bir kitap var. Kitap, Bartolome de Las Casas tarafından kaleme alınmış. Bu kişi 1484 de Sevilla’da doğan ve 18 yaşında yeni dünyaya gitmek üzere yola çıkan , Küba adasının işgaline katılan ve ilk Kızılderili katliamına şahit olan olayları bizzat yaşayan bir tanıktır. Keşfedilen toprakların yerli halklarına Hıristiyanlığı öğretmek üzere Amerika'ya gitmiş bir dinadamı olan Las Casas, önceleri topraktan ve yerli kölelerden payına düşeni almaya tereddüt etmezken, tanık olduğu vahşet ve kıyımın boyutları karşısında vicdanıyla hesaplaşmış ve ömrünü Kızılderililer'in haklarını korumaya adamıştır. İspanyolların Güney Amerika'yı keşfi sırasında gördüklerini, duyduklarını İspanyol krallarına rapor etmeyi, durumu değiştirmek için mücadele vermeyi ve genel olarak tanık olduklarını kayda geçirmeyi bir vicdan borcu bilir . Bu kitap İspanyol sömürgecilerin gerçekleştirdiği yıkım ve katliamı gördükten sonra Amerika’da olanlar hakkında İspanya Prensi II. Philip'e hitaben 1542’de yazdığı, “ Yerlilerin Yok Edilişi Üzerine Kısa Bir Rapor “ adlı eseridir. Las Casas, eserinde, Güney Amerika'nın farklı kumandanlar yönetiminde bölge bölge keşfedilişini ve bu ele geçirme sırasında yaşanılan 'insanların en karanlık rüyalarında bile gördüklerinin çok çok ötesine geçen' vahşeti, bin bir türlü işkenceyi, kıyımı tek tek anlatır. İşkence yapmaya bir kere başvuran, giderek canavarlaşır. Dur durak bilmez, hiçbir ölçü tanımaz hale gelir. Las Casas'ın anlattıklarında da bu açıkca görülmektedir. Mümkün olduğunca kısa sürede servet sahibi olmak isteyen İspanyollar, Las Casas'ın tanımıyla 'gübre muamelesi' yaptıkları yerliler karşısında, insanlıklarını giderek daha da fazla yitirir, birer 'zulüm aracına' dönüşürler. Önceleri kılıçtan geçirdikleri, karınlarını yararak kolayca ve bazen sebepsiz öldürdükleri yerlilere, giderek daha sistemli ve daha gelişmiş işkenceler uygulamaya başlarlar. Kazıklara geçirmek, ızgaralar üstünde alttan verdikleri ateşlerle ağır ağır pişirerek öldürmek, vücutlarına kuru saman bağlayıp ateşe vermek, köpekbalıklarına atmak, çeşitli uzuvlarını kestikleri yerlileri ayaklarından darağaçlarına asarak sergilemek, etoburlaştırdıkları köpeklerin önünde yerlileri koşturarak adeta av sürmek, annelerinin kucaklarından kopardıkları bebekleri tek kılıç hamlesiyle ikiye ayırmak ve daha akıl almaz bir sürü işkence... Hatta bir adamı tek bir darbede ikiye bölüp bölemeyeceklerine veya bir kişinin başını gövdesinden ayırıp ayıramayacaklarına ya da tek bir balta darbesi ile bağırsaklarını çıkarıp çıkaramayacaklarına dair bahislere bile girdiler. Las Casas’ın anlattıkları bununla da sınırlı değildir. Yaşanan ve insanım diyebileceklerin tüylerini ürpertecek olaylar zincirini anlatmaya devam ediyor. Yerli liderleri ve eşrafı ise yere çakılı iki yaba üzerine oturtulmuş dal parçalarından oluşan bir tür demirden düz ızgaraya bağlayıp kısık ateşte kızartıyorlardı. Yerli liderler yavaş yavaş ölürlerken acı ve çaresizlik içinde inliyorlardı. Bir keresinde bu şekilde dört veya beş lideri kızarttıklarına şahit oldum. Zavallıcıkların inlemeleri İspanyol komutanın uykusunu bölmüştü. Hemen esirlerin boğulması için talimat verdi. Ancak ortalama sıradan bir cellattan daha çok kana susamış olan infaz müfrezesinin başında ki adam onları boğarak özel eğlencesini yarıda kesmek istemiyordu. Bu yüzden gürültü yapmalarını engellemek için bizzat kendi elleriyle ağızlarına tahta tıpa yerleştirdi ve kendi canı istediği zaman ölmeleri için ateşi artırdı. Bütün bu olanları ve başka olayları kendi gözlerimle gördüm. Yerlilerin bir kısmı bu merhametsiz ve insafsız katillerin pençesinden kurtulmak için tepelere ve dağlara kaçınca , insan türünün bu acımasız düşmanları , izlerini bulmak için av köpeklerini eğittiler. Bir yerliyi görür görmez saldırıp ısıran , parçalara ayırıp adeta bir avı yer gibi etlerini silip süpüren bu vahşi köpekler yerlilere çok zarar verdi , katliama ortak oldular. Las Casas inanılması zor şeyler anlattığının, Güney Amerika'da yaşananlara tanık olmayan, sadece yazdıklarını okuyan bir insanın bu akıl almaz vahşete şüpheyle yaklaşabileceğinin fazlasıyla bilincindedir. O nedenle sık sık anlattıklarının doğruluğunu vurgular ve yaşanılan zulmü 'hiçbir tarihi kaydın hakkıyla anlatamayacağını', kendisinin yazdıklarının yaşanılanların küçük bir kısmı olduğunu belirtir. Las Casas, İspanyollar geldikleri sırada o bölgelerde yaşayan yerli nüfus ve sistemli kıyımlardan sonra kalan nüfus konusunda da bilgiler verir. Her bir bölgede yaşayan milyonlarca yerlinin on, on beş yılda nasıl yüz, yüz elli yerliye düştüğünü, ayrıntılarıyla görürüz. Böylelikle koca bir kıtanın birkaç yüzyıl gibi kısa bir süreçte nasıl boşaltıldığını anlarız. Bugün Güney Amerika'nın büyük bir bölümünde yerlilere rastlamak mümkün değildir, buralarda yaşayanlar ya melez ya da İspanyol kökenlidir. Las Casas'ın anlattıkları yalnızca Güney Amerika'nın keşfini ve kısa bir zaman dilimini kapsar. Kuzey Amerika'da benzer bir süreçle, Portekizliler, Hollandalılar, İngilizler ve Fransızlar tarafından keşfedilecektir. Las Casas'a göre yalnız kralın askerleri değil, aynı zamanda Hıristiyan dininin piskoposları da bu katliama ortak olmaktadır. Las Casas bir kısım Kızılderili yerlinin "Size inanarak Hıristiyan olduk, ancak sizin Tanrınız bize yağma ve vahşetten başka bir şey getirmedi, bu ne biçim iyiliksever Tanrıdır" dediğini belirtir. Yerliler, parlak sarı bir taş olması ve kolay işlenebilmesinin ötesinde bir değeri olmayan altının, neden bu kadar değerli bir şey olduğunu bir türlü anlayamazlar. Kendilerinden altın isteyen İspanyollara ellerindeki altınları vermekte bir sakınca görmezler. Ama daha da fazla altın için öldürüleceklerdir. Yerliler itaatkârdır. Yiyeceklerini de gönülden paylaşırlar. Ama karşılarında bütün bir köyün kış için depoladığı yiyeceği bir haftada tüketen insanlar vardır. Yerliler ise, doğadan topladıklarını yaşayabilecekleri kadar yerler.Yeme, içme ve altın biriktirme konusunda duyulan 'hırs', onlara çok yabancıdır. Üstelik bu iki uygarlık arasında teknoloji farkı da derindir. Yerlilerin silahları hem saldırı hem de savunma konusunda dayanıksız ve etkisizdir. Las Casas yerli silahlarının "Avrupalı bir çocuğun oyuncaklarından daha tehlikesiz" olduğunu söyler. İspanyollar atları, kılıçları, mızrakları, topları ve ateşli silahlarıyla yerlileri kolayca ve toptan öldürebilmektedir. -ŞEF SEATTLE'IN MEKTUBU- Yüzyıllardır halkımın üzerine merhamet gözyaşları döken
şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir.
Bugün açık gözüken gökyüzü
yarın bulutlarla kaplanabilir.
Sözlerim,
asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir.
Şef Seattle her ne söylerse,
Washington'daki büyük Şef ona,
güneşin ya da mevsimlerin dönüşüne
inandığı ölçüde inanabilir.
Washington'daki büyük Şef bize dostluk ve iyilik dilekleriyle birlikte
bizden topraklarımızı
satın almak istediğini bildirmiş.
Onun, bizim arkadaşlığımıza çok fazla ihtiyacı olmadığını biliyoruz. Merak ediyoruz ki; gökyüzünü ve toprağın sıcaklığını
nasıl satın alabilir ya da satabilirsiniz?
Washington'daki büyük Şef bize dostluk ve iyilik dilekleriyle birlikte
bizden topraklarımızı
satın almak istediğini bildirmiş.
Onun,
bizim arkadaşlığımıza
çok fazla ihtiyacı olmadığını
biliyoruz.
Merak ediyoruz ki; gökyüzünü ve toprağın sıcaklığını
nasıl satın alabilir ya da
satabilirsiniz?
Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır.
Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız.
Beyazlar için durum böyle değildir.
Bir beyaz, öldükten sonra yıldızlar alemine göç ettiği zaman,
doğduğu toprakları unutur.
Bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz.
Çünkü Kızılderili, gerçek anasının toprak olduğuna inanır. Washington'daki Büyük Beyaz Reis
bizden toprak almak istediğini yazıyor. Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur.
Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız
bir yerin ayrılacağını,
bize babalık edeceğini,
biz Kızılderililerin ise
onun çocukları olacağımızı söylüyor.
Bu önerinizi düşüneceğiz.
Ama yine de
bunun kolay olmayacağını itiraf ederim.
Çünkü bu topraklar bizim için kutsaldır. Nehirlerin ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza öğretmeniz gerekecek. Biz nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz.
Siz de aynı sevgiyi
gösterebilecek misiniz kardeşlerimize ?
Biliyorum,
beyaz adam bizim gibi düşünmez.
Beyazlar için bir parça toprağın
diğerinden farkı yoktur.
Beyaz adam
topraktan istediğini almaya bakar ve
sonra yoluna devam eder.
Çünkü toprak
beyaz adamın dostu değil,
düşmanıdır.
Beyaz adam topraktan istediğini alınca
başka serüvenlere atılır..
Beyaz adam annesi olan toprağa ve
kardeşi olan gökyüzüne,
alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak
bir şey gözüyle bakar.
Onun bu ihtirasıdır ki,
toprakları çölleştirecek ve
her şeyi yiyip bitirecektir.
Beyaz adamın kurduğu kentleri de
anlayamayız biz Kızılderililer.
Bu kentlerde huzur ve barış yoktur.
Beyaz adamın kurduğu kentlerde,
bir çiçeğin taç yapraklarının
açarken çıkardığı tatlı sesler,
bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz.
Belki bir vahşi olduğum için
anlayamıyorum ama,
benim ve halkım için
önemli olan şeyler oldukça başka.
İnsan
bir su birikintisinin
etrafına toplanmış kurbağaların,
ağaçlardaki kuşların ve
doğanın seslerini duymadıkça,
yaşamın ne değeri olur?
Belki bir vahşi olduğum için
anlayamıyorum ama,
benim ve halkım için
önemli olan şeyler oldukça başka.
İnsan
bir su birikintisinin
etrafına toplanmış kurbağaların,
ağaçlardaki kuşların ve
doğanın seslerini duymadıkça,
yaşamın ne değeri olur?
Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum.
Biz Kızılderililer,
bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın
sesini ve kokusunu severiz.
Çam ormanının kokusunu taşıyan ve
yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş
meltemleri severiz.
Hava önemlidir bizim için.
Ağaçlar,
hayvanlar ve insanlar
aynı havayı koklar.
Beyaz adam için bunun da önemi yoktur.
Ancak size
bu toprakları satacak olursak,
havanın temizliğine önem vermeyi de
öğrenmeniz gerekir.
Çocuklarınıza
havanın kutsal olduğunu
öğretmeniz gerekir.
Hem nasıl kutsal olmasın ki hava?
Atalarımız
doğdukları gün
ilk nefeslerini
onun sayesinde almışlardır.
Ölmeden önce
son nefeslerini de gene
bu havadan almazlar mı?
Toprak satmamız için
yaptığınız öneriyi inceleyeceğiz.
Eğer önerinizi kabul edecek olursak,
bizim de bir koşulumuz var;
Beyaz adam
bu topraklar üzerinde yaşayan
bütün canlılara saygı göstersin.
Ben bir vahşiyim ve
başka türlü düşünemiyorum.
Yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffalo gördüm.
Beyaz adam trenle geçerken
vurup öldürüyor bu hayvanları
sadece eğlenmek için.
Dumanlar püskürten bu demir atın
bir buffalodan daha değerli olduğuna
aklım ermiyor.
Biz
sadece yaşayabilmek için
avlardık buffaloları.
Bütün hayvanları öldürecek olursanız
nasıl yaşayabilirsiniz?
Canlıların yok edildiği bir dünyada
insan ruhu yalnızlık duygusundan
ölür gibi geliyor bize.
Unutmayın,
bugün diğer canlıların başına gelen
yarın insanın başına gelir.
Çünkü
bütün hepsinin arasında bir bağ vardır.
Şu gerçeği iyi biliyoruz:
Toprak insana değil,
insan toprağa aittir.
Ve bu dünyadaki her şey,
bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi,
ortaktır ve birbirine bağlıdır.
Bu nedenle de
dünyanın başına gelen her felaket
insanoğlunun da başına gelmiş sayılır.
Bildiğimiz bir gerçek daha var;
Sizin Tanrınız
bizimkinden başka bir Tanrı değil.
Aynı Tanrının yaratıklarıyız.
Beyaz adam bir gün
bu gerçeği de anlayacak ve
kardeş olduğumuzu fark edecektir.
Siz
Tanrınızın başka olduğunu düşünmekte
serbestsiniz.
Ama
hepimizi yaratan Tanrı için
Kızılderili ile beyazın farkı yoktur.
Bu toprağa saygısızlık,
Tanrının kendisine saygısızlıktır.
Beyaz adamı bu topraklara getiren ve
Kızılderili’yi boyunduruk altına alma gücünü veren
Tanrının adaletini anlayamıyoruz.
Tıpkı buffaloların öldürülüşü,
ormanların yakılışı,
toprağın kirletilişini
anlamadığımız gibi.
Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar,
dağları örten ormanlar yok olmuş,
yabani atlar ehlileştirilmiş ve
her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş.
İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve
varlığını devam ettirebilme
mücadelesinin başlangıcı olacak.
Gündüz ve gece bir arada olamaz.
Kızılderililer
her zaman beyazlardan
tıpkı sabah sislerinin
güneşten kaçtığı gibi kaçmışlardır.
Bütün bunlara rağmen,
teklifinizi tartışacağız.
Ve umuyorum ki,
halkım bunu kabul edecek ve
Büyük Beyaz Şefin vaat ettiği üzere
beraber barış içinde yaşayacağız.
Böylece Ay
birkaç kez daha doğacak,
bir kaç kış daha geçecek.
Bu geniş topraklara yerleşmiş ve
mutluluk içinde yaşamış olan neslimiz,
daha önce bizden daha güçlü ve
daha umut dolu yaşamış
insanlarımızın mezarları başında
yas tutacaklar.
Ama,
niye insanlarımın kaderi için
yas tutayım ki ?
Tıpkı deniz dalgaları gibi
kabileler kabileleri,
uluslar ulusları takip ediyor.
Bu doğanın düzenidir ve teessüf gerekmez.
Yok oluşumuz çok uzak olabilir ama
kesinlikle bir gün gerçekleşecek;
Son Kızılderili yok olup,
kabilemin hatıraları beyazlar için
bir tarih olduğunda,
bu kıyılar
kabilemin görünmez cesetleriyle
kaynaşacak.
Çocuklarınızın çocukları
kendilerini bir dükkanda,
bir yolda, boş bir yerde
yalnız olarak düşündüğünde
aslında yalnız olmayacaklar.
Dünyanın hiçbir yerinde
tamamen ıssız bir yer yoktur
Geceleri,
şehir ve kasabalarınızın caddeleri
boşalmış gibi görünse de,
aslında, bir zamanlar oralarda yaşamış ve
bu güzel toprakları gerçekten seven
ruhlarla dolu olacaktır.
Beyaz adam asla yalnız kalamayacaktır.
Beyaz adamın,
benim insanlarıma saygı göstermesini sağlamalısınız,
çünkü; ölüler güçsüz değildir.
Ölüm mü dedim? !..
Ölüm diye bir şey yoktur ki,
sadece dünya değiştirir insan.
Şef Seattle, 1854
Şef Seattle;
“ Aynı Tanrının çocuklarıyız.
Doğadaki canlı ve cansız her şeyle kardeşiz.” diyor.
Bir başka konuşmasında da “ Siz topraklarımızın derisini yüzüyorsunuz” demiştir. Halkının zulüm göreceğini ve yok edileceğini görmüştür. 50.000.000’nun üzerinde Kızılderili soykırıma uğratıldıktan sonra, bugün Amerika’da ağır şartlar altında yaşayan tüm Kızılderililerin toplam sayısı yaklaşık 2.500.000 kişidir. Bartolomè de Las Casas tarafından 1542'de İspanya Prensi II. Philip'e
ithaf edilerek yazılan
Kızılderili Katliamı,
Amerika kıtasının nasıl ele geçirildiğini
eski dünyanın gözlerinin önüne sermiş ve
birçok dile tercüme edilmiş
çarpıcı bir tarihi eserdir;
“ Sırf eğlence olsun diye, kadın erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerlerinde defalarca tekrarladığını kendi gözlerimle gördüm. Bazen de insanların üzerine köpek saldıklarına, yerlilerin bu şekilde paramparça edildiğine, çok sayıda evi ve yerleşim merkezini yaktıklarına şahit oldum. Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar..." -Alıntıdır