Su yönetiminde sosyal adalet Pazar ekonomisi yaklaşımıyla gerçekleştirilemez. Piyasa mekanizmalarının bunu sağlamada yetersiz olduğu saptandığına göre, liberal bir ekonomide su arzı, pazar araçlarına bırakılmayacak hizmetlerden biridir.
Yaşam ve medeniyetin temeli olan su, tarih boyunca stratejik bir madde olmuş, bu nedenle her dönem politik önemini korumuştur. Bir başka yönle de su politikalarını, geleceğe yön veren politikalar olrak görebiliriz. Yeryüzünde suyun dağılımının homojen olmaması, artan nufüs ve su ihriyacına karşın kullanılabilir su kaynaklarının aynı kalması, hatta çevre kirliliği, iklim değişikliği gibi nedenlerle azalması, kalitesinin bozulması, su sorununu tüm dünyanın gündemine getirmiştir. Dünya’da son yıllarda estirilen küreselleşme politikaları ile
Ulusal politikalar geriletilmeye çalışılmaktadır. Ülkemizin su politikaları da bundan payını almış görünüyor. Su sektöründe kriz yaratan asıl faktör, 1990’lı yılların ikinci yarısında suyu ekonomik bir mal olarak benimseyen yeni politikanın hayata geçirilmiş olmasıdır. Bunun anlamı, dünya üzerinde ‘ortak mal’ niteliğindeki doğal kaynakların özel mallara dönüştürülmesi, doğal kaynakların giderek ticarileştirilmesidir. Bu değişimin ilk adımı, 1992’de Dublin Dünya Su ve Çevre Konferansı’nda, suyun ‘ekonomik bir mal’ olarak benimsenmesi ile atılmıştır. Su sektöründe liberal politikaların uygulanması sonucunda, insan yaşamının havadan sonraki en temel ikinci maddesi olan sağlıklı suya erişim sorunu, kaynak yetersizliklerinin bir sonucu olmaktan çok, hizmetin artan fiyatını ödeyebilme sorunu ve ötesinde bir toplumsal adalet, bir eşit paylaşım sorunu olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bunun karşısındaki görüş ise, herkesin eşit ve güvenli suya erişiminin sağlanması gerektiğini, dolayısıyla bunun da en iyi, biçimde kamu eliyle sağlanabileceğini savunur.
1990’lı yıllarda su hizmetlerinin özelleştirildiği kentlerde halk ve sivil toplum kuruluşları artan su fiyatlarını protesto ederek çok uluslu su şirketlerine ve sektördeki özelleştirme politikalarına ilişkin önemli karşı bir hareket geliştirmişlerdir. Bu karşı hareket, giderek bir dayanışma ve küresel bir eylem niteliğine dönüşmüştür. Bu girişim, Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal Ve Kültürel Haklar Komitesi tarafından sağlıklı içme ve kullanma suyuna erişimin bir insan hakkı olarak ele alınmasını sağlamıştır.
Suyun bir insan hakkı olamsı nedeniyle su politikalarının, adalet ve hakkaniyet ilkelerine dayanan etik bir çerçevesi olmalıdır. Hükümetler bütün vatandaşlarına sağlık koşullarına uygun ve yeterli miktarda suyu sunmak için gereken harcamaları yapmak zorundadır. Kamu otoritesinin bu konudaki sorumluluğunu özel sektöre devretmesi, sosyal adalete zarar vermektedir. Su politikalarını belirleyenler, bu politikaların eşitlik ve hakkaniyet ilkelerine uygunluğunu da göz önünde bulundurmalıdır. Su, bir hak olarak tanımlandığında , sadace verimlilik ilkesine göre sunulamaz. Su yönetiminde sosyal adalet yönü, Pazar ekonomisi yaklaşımıyla gerçekleştirilemez. Piyasa mekanizmalarının bunu sağlamada yetersiz olduğu saptandığına göre, liberal bir ekonomide su arzı, Pazar araçlarına bırakılmayacak hizmetlerden biridir.
SU KAYNAKLARININ YÖNETİMİNDE KAMU YARARI ESAS OLMALI
Türkiye’de son zamanlarda bir su yasası hazırlanması yolundaki çabaları, küresel su politikalarına bir kayış olarak değerlendirmek mümkündür. Öte yandan ülkemizde su konusundaki mevzuatımızda kargaşayı gidermek ve günün ihtiyaçlarına uygun su yasası hazırlanması faydalı olabilir. Ancak su yasasının dayanacağı teleller şunlar olmalıdır:
1- Su kamusaldır ve devletin hüküm ve tasarrufundadır;
2- Su yönetimi Kamu tüzel kişiliği tarafından yürütülür;
3- Su kaynakları yönetilirken kamu yararı esas alınır;
4- Kirleten öder ilkesi yer almalıdır.
Türkiye’de su kaynaklarına dayalı faaliyetlerin ana sistematiği, merkezi planlama tarafından oluşturulmaktadır. Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) ulusal ölcekte hazırlanan Beş Yıllık Kalkınma Planları, ekonominin değişik sektörleri arasında optimum dağılımı sağlayan önemli bir işlevi yerine getirmektedir. Su konusundaki yatırımlar, kalkınma planlarında tek bir sektör olarak tanımlanmamasına rağmen kamu yatırımlarının en büyük bölümünü oluşturmaktadır.
Türkiye’nin su kaynaklarını doğru ve etkin kullanması, ekonomik kalkınması ve geleceği ile yakından ilgilidir. Su kaynaklarımız, sulama, enerji, endüstri ve artan nüfusumuzun ihtiyaçlarının karşılanması bakımından vazgeçilmez bir öneme sahiptir.
Türkiye sanıldığı gibi su zengini bir ülke değildir. Türkiye’deki kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1735 m3 , su potansiyeli ise 3690 m3 civarındadır. Günümüzde bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için yılda ortalama kişi başına 10.000 m3 su potansiyeline sahip olması gerekmektedir.
Su kaynaklarının korunması, gelitirilmesi ve kullanılması konusunda ulusal devlet
politikası oluşturulması için yasal, kurumsal ve mali düzenlemeler yapılmasına ihtiyaç vardır. Merkezi bir kuruluş olarak DSİ’nin zerine düşen görevleri tam olarak yapabilmesi için yeniden yapılanmaya ve mali özerkliğe kavuşturulması gerekmektedir.
1993 yılına kadar DSİ, sulama tesislerini yaptıktan sonra İşletme ve Bakım Dairesi aracılığıyla, yaptığı tesisleri işletmeye devam ediyordu. Ancak 1993 yılından sonra DSİ, Dünya Bankası yaptırımları çerçevesinde; sulama işletmelerini, katılımcılık, personel,işletme ve bakım masraflarının azaltılması gerekçeleriyle özellikle sulama birliklerine devretmeye başladı.
DSİ ‘nin sulama tesislerini işletmekten vazgeçmesini anlasak bile bunun kooperatifler yoluyla değil de sulama birlikleri şeklinde gerçekleştirilmesini kabul etmek mümkün değildir. 1905 yılı itibariyle sulama hizmetlerinin kamunun faaliyet alanı olmaktan çıktığı söylenebilir. Öte yandan DSİ’nin işletme ve bakım prsoneli helen görevini sürdürmaktedir. Aslında gerçek anlamda demokratik katılımdan yoksun, sadece farklı bir kamu kuruluşuna devirden ibaret olan sulama birlikleri, kamu örgütlenmesi olarak değerlendirilmektedir. 12 yıl İçişleri Bakanlığına ait bir tzükte yapılan değişiklikle faaliyetlerini sürdüren sulama birlikleri, 26 Mayıs 2005 tarihinde 5355 sayılı Mahalli İdare Birlikleri Yasası kapsamına alınmıştır. Mahalli İdare Birlikleri, kamu tüzel kişiliğine sahiptir ve kamu bütçesi ile yönetilmektedir. Bu durum DSİ ‘nin sulama tesislerini sulama birliklerine devretme gerekçeleri (özelleştirme, katılımcılık, personel sayısının azaltılması gibi) geçerliliğini yitiriyor. Yapılan işi anlamak olanaksız. Eğer AB müksebatına uyum gereği, kamunun ekonomiden elini çekmesi ve yerel bağımsız örgütlenme isteniyorsa, kooperatif yapılanması bunun için idealdir. Ancak bundan özenle kaçınıldığı gözüküyor. Katılımcılık adına yapılandırılan sulama birlikleri, kamu kurumu niteliğinde, kamu kurum ve kuruluş kaynakları ile beslenen ancak işin gerçek sahibi DSİ ‘nin örgüt şemasından çıkartılarak, İçişleri Bakanlığı bünyesine alınmıştır. Sonuç; kamu kaynaklarının kötü kullanılması olmuştur.
Sulama tesisleri kooperatiflere devredilerek, proje alanında yaşayanların fikir ve katkılarını almak; yörenin sosyal ve ekonomik koşullarına uygun bir yönetim olşturmak, çiftçilerin ihtiyaç duyduğu tarımsal bilgi, eğitim ve yayım faaliyetleri yapmak, pazara uygun ürün deseni seçmek, çiftçilerin gelirini 5-10 kat artırmak mümkün olabilir.
Bir diğer sorun da sulamada kullanılan enerji fiatlarının yüksekliğidir. Yüksek enerji giderleri nedeniyle, tamamlanmamış bazı sulama tesislerinin atıl kaldığı görülmektedir. Bu amaçla kullanılan enerji fiatları düşürülerek kaybedebilecek gelir; sulama tesislerinin daha etkin hale gelmesi sonucu yaratılan artı katma değerle fazlasıyla karşılanabilir..
(Kaynak: Bilim ve Ütopya dergisi)