|
ANILAR Atatürk ile ilgili anıların paylaşılabileceği ve bulunabileceği bölümümüz. |
| LinkBack | Seçenekler |
30-Ağustos-2009, 22:06 | #1 (permalink) |
Bizim Coğrafya Yöneticisi Üyelik tarihi: 04-Haziran-2009 Ad- Soyad: Mustafa Yıldız
Mesajlar: 4.878
Teşekkürleri: 2.435
1.608 mesajına 9.665 kere teşekkür edildi.
| M.Kemal'in Bağımsızlık Anlayışı ve Bugünkü Türkiye.. Şehitler, Kuvayı Milliye şehitleri,siz toprak altında derin uykudaykendüşmanı çağırdılar, satıldık, uyanın! Biz toprak üstünde derin uykulardayız. Nazım Hikmet (1959) Bana göre, Atatürk ve Devrim’i; son çözümlemede, üç ögeye indirgenebilir: bağımsızlık tutkusu, bilimsel zihniyet ve sosyal ahlâk duygusu... O’nun düşünce ve eylemi, bence bu üç temelden güç alır; bu üç ögeyle açıklanabilir. Atatürk’e göre bir ulusun, varlığını sürekli kılmasının temel koşulu, tam bağımsızlıktır. Bu ilke türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de dayandığı iki temelden biridir. Atatürk’ün deyişiyle Devletimizin dayandığı esaslar “Tam bağımsızlık ve kayıtsız-koşulsuz ulusal egemenlikten ibarettir.” Burada önce, ölümsüz Aydınlanmacılarımızdan, içten ve yürekli Atatürkçümüz Muammer Aksoy’un değerli bir kitabından (1998) yararlanarak, Atatürk’ün tam bağımsızlık anlayışını ana çizgileriyle ve sistemli bir biçimde özetlemeğe çalışacak, sonra bugünkü Türkiye’nin durumunu değerlendirerek bazı sonuçlara ulaşmaya çalışacağım. Türk ulusuna, tam bağımsızlığı neden ilk hedeflerden biri olarak gösterdiğini irdeleyecek; geçmişle, bugünkü Türkiye ile, başka ülkelerle bağlantılar kuracağım. I) TAM BAĞIMSIZLIK KAVRAMI VE ÖNEMİ Bilindiği gibi Türk ulusu; I. Dünya Savaşı’ndan sonra, uluslararası kapitalizmin baş hedeflerinden biri haline gelmişti. Emperyalizmin “ulusumuzun bağımsızlığını tümden yok etme” planı karşısına, yürüttüğü Ulusal Kurtuluş Savaşı ile, aşılmaz bir dağ gibi dikilen kahraman, Mustafa Kemal Paşa oldu. Onun ve başlattığı Kurtuluş Savaşı’nın amacı; yalnızca düşmanı topraklarımızdan atmak değildi; aynı zamanda, yüzyıllar sonra -bir daha yitirmemek üzere- tam bağımsızlığımızı yeniden elde etmekti. Batı’nın siyasal emperyalizmine karşı nasıl amansızca savaşıp onu yendiyse, Batı’nın ekonomik emperyalizmine karşı da aynı savaşı verip galip gelmiştir. Emperyalizmin bir temsilcisine şöyle diyordu: “Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin özüdür. Bu görev tarihe ve bütün ulusa karşı yüklenilmiştir.” Bu yüce savaşı, bağımsızlığını yitirmiş, sömürülen başka uluslar da örnek aldılar. Afrika’da, Orta Doğu’da, yakın ve uzak Asya ülkelerinde yürütülen kurtuluş savaşlarına, “Türk Bağımsızlık Savaşı” ile “Atatürk örneği”nin büyük etkileri oldu. Osmanlı Devleti, kapitalist ve emperyalist ülkelere çeşitli yollardan ayrıcalıklar tanıdığı için, zamanla ekonomik, mâli, adli, kültürel alanlarda bağımsızlığını geniş ölçüde yitirmiş; kısmen ve fiilen, yabancı nüfuz ve egemenliği altına girmişti. öyle ki devlet; büyük devletler izin vermediği için, ülkede -örneğin- demiryolu, hattâ okul bile yaptıramıyordu. İğneden ipliğe, naldan mıha değin, hiçbir malı kendisi üretemiyordu. Öylesine borçlanmıştı ki, borçların faizlerini bile ödeyemez duruma düşmüştü. Topraklarındaki yabancıları yargılama hakkı yoktu. Onlardan vergi alması yasaktı. Devletin varlığını kemiren topluluklara karşı hiçbir önlem alamıyordu. Yabancılara tanınan ekonomik ayrıcalıklar, gelişme kaynaklarını kurutuyordu. Yabancılar gelir vergisi vermiyor, gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. Mustafa Kemal Paşa; ulusumuzu bu korkunç mirastan kurtarmak ve yeni Türkiye’yi tam bağımsız olarak kurmak amacını benimsedi ve bunda başarılı oldu. Atatürk tam bağımsızlıktan, asla yalnızca siyasal bağımsızlığı anlamadı. Örneğin 1922’de İngiltere temsilcisi General Harrington’dan, görüşme koşulu olarak “ulusal sınırlarımız içinde siyaset, maliye, iktisat, askerlik, adalet ve kültür yönlerinden tam bağımsızlığımızın kabulünü” istemişti. Batılı gazetecilere verdiği demeçlerde şöyle konuşuyordu: “Bütün topraklarımızda gerçek bağımsızlık istiyoruz. Adli, mali ya da askeri kapitülasyonların hiçbirini tanımıyoruz... Siyasal, adli, ekonomik ve mâli bağımsızlığımızı, dolayısiyle yaşama hakkımızı inkâra ve ortadan kaldırmaya yönelik Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir... Ulusal sınırlarımız içinde tam olarak bağımsız, yani kapitülasyonsuz bir Türkiye istiyoruz.” Lozan’da büyük devletler ekonomik ve adli kapitülasyonlar konusunda zorluklar çıkarmış, görüşmeler uzamıştı. Atatürk tek bir adım bile gerilemedi; tam bağımsızlık ülküsünden zerre ödün vermedi: “Biz barış istiyoruz,’ dediğimiz zaman, ‘tam bağımsızlık istiyoruz’ dediğimizi herkes bilmelidir. Bunu istemeye hakkımız ve gücümüz vardır. On yıl, yirmi yıl sonra aşağılanarak ölmektense, şimdiden onurumuzla ölmeyi yeğleriz.” Bu onurlu tutum ve çelik irade sayesindedir ki sonunda Türkiye tam bağımsızlığına kavuştu. Tam bağımsızlık yalnız Türkiye’nin değil, tüm geri kalmış ülkelerin de ana sorunudur.Az gelişmiş toplumlar siyasal bağımsızlıklarını sağlamış olmalarına karşın, ekonomik, mâli, kültürel ve başka alanlarda bağımsızlıklarına kavuşamamışlardır.Büyük bir devletle -bizim 1950’lerden beri ve bugün yaptığımız gibi- ittifak ve ikili anlaşmalar yapan, sıkı bağlar kuran, ondan yardım alan azgelişmiş uluslar; çok geçmeden, askeri, ekonomik, mâli ve kültürel bağımsızlıklarını geniş ölçüde yitiriyorlar. Adli bağımsızlıkları bile gölgeleniyor. Sonuçta siyasal bağımsızlık da kâğıt üzerinde kalıyor.Sorunun çözümü, tüm öteki sorunların çözümünün ilk koşuludur. Bağımlılık durumu, Osmanlı Devleti’nin de en yaşamsal sorunuydu. Bu devlet, bağımlı olduğu içindir ki diğer hiçbir sorununu çözememiştir. O nedenledir ki Kurtuluş Savaşımız ve onu izleyen barış görüşmeleri sırasında tüm uğraş, tam bağımsızlık üzerinde olmuştur. Atatürk’ün “Ya istiklal, ya ölüm!” parolasının anlamını bu gerçeklerde aramak gerekir. çünkü, tam bağımsız olmayan bir ulus yaşayamazdı; varlığını sürdüremezdi. Kısa bir tanımla tam bağımsızlık, “yabancılara hiçbir ayrıcalık tanımamak” demektir. Atatürk tam bağımsızlığı şöyle açıklar: “Tam bağımsızlık demek; siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda... tam özgürlük demektir.”Tam (gerçek) bağımsızlık; yalnız siyasal değildir; tersine çok yönlü, çok ögeli bir kavramdır. Bağımsızlığın “aldatıcı olanı” vardır. Bu; bir tür “dolaylı bağımlılık” olup yalnızca “siyasal” nitelikte bir bağımsızlıktır. Siyasal bağımsızlık “bir devletin dışta ve içte başka bir devletin ‘resmen denetimine ya da yönetimine tabi olmaması” demektir. Siyasal bağımsızlık, tek başına, bağımsızlık dâvâsını çözemez. Bir bağımsızlık; “tam” ve “gerçek” sayılabilmesi için, ekonomik, mâli (finansal), adli, askeri, sosyal ve kültürel alanlarda da gerçekleştirilmiş olmalıdır. Eğer bir devlet bu saydığımız alanlarda başka bir devletin kesin etkisi altında ise, bağımlılık söz konusudur. “Kesin etki”den maksat, o devletin “kendi işlerinde serbestçe yön belirleme ve karar alma yetkisinin fiilen ortadan kalkmış” olmasıdır. Tam bağımsız bir devlet, her alanda tam serbestliğe sahiptir. İşlerine hiçbir yabancı devlet karışamaz. Hiçbir yabancı devletçe denetlenemez. Uluslararası haklardan tam olarak yararlanır. Siyasal, askeri ve ekonomik açılardan, öteki devletlerle tam eşitlik konumundadır. Onur ve saygınlık sahibidir. Yaşama yeteneği büyüktür. Başarılı ve esenliklidir. II) BAĞIMLILIĞIN OLUŞUMU VE SONUÇLARI Yukarda, ulusumuzun -Atatürk’ün öncülüğünde- tam bağımsızlığını kazanışı, bu kavramın geri kalmış ülkeler açısından önemi ve tanımı üzerinde durdum. Burada ise, tam bağımsızlık -ya da bunun yokluğu, yani bağımlılık- kavramını, oluşumu ve sonuçları açısından ele alacağım. A) OLUŞUM Bağımlılık oluşturan yollardan kimileri şunlardır: i) Ülke fiilen ve temelli işgal edilir. Ulusun her türlü bağımsızlığına son verilir. ii) Ülke fiilen işgal edilir. Yenilgiden sonra, ülkenin yabancı askerlerden arındırılması karşılığında, o toplumdan ekonomik, mâli, adli ve öbür alanlarda bağımlılık yaratacak ödünler kopartılır. iii) Sömürgen devlet o toplumda “Biz büyük bir devletin yardımı olmaksızın varlığımızı koruyamayız” diyen kişiler bulur. Onları iş başına getirtir. Bu yöneticiler ülkenin yazgısını her bakımdan koruyucu devlete bağlar. Toplum, uzun erimde vasi devletin emellerini gerçekleştirecek şekilde yeniden düzenlenir. Atatürk bu kişilere karşı bizi şöyle uyarır: “Bizi [ekonomik hayatımızı geliştirme, böylece refaha ulaşma] amacına erişmekten alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi bir sömürge yapmak için, ilerlememizi istemeyenlerdir. Fakat bizim için, bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir sınıf vardır. O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir.” iv) Kimi politikacılar ve devlet adamları; zorluklar arttıkça, tam bağımsızlık yerine “az bağımsızlığa” razı olmaya, halkı da buna razı etmeye çalışırlar. Örneğin, Kurtuluş Savaşımızda, Rauf, Bekir Sami, Kara Vasıf Bey’ler bu yolu denemişlerdir. Bunlar daha Sivas Kongresi sırasında Amerikan mandası fikrini savunmuşlar; sonraları da, ellerine fırsat geçtikçe benzer girişimlerde bulunmaktan çekinmemişlerdir. Bu nedenledir ki, tam bağımsızlığı korumada en önemli sorun, bir toplumun yöneticilerinin seçilmesi sorunudur. Yönetimi, ulusun kendi ayakları üzerinde durması gibi zor bir ilkeyi uygulayamayacak denli zayıf ruhlu politikacıların eline geçen bir toplum; bağımsızlığını korumada, dış düşmandan çok, iç düşmanla uğraşmak zorunda kalır. v) Bağımlı duruma getirilen toplum, artık, ya “tarımcı,” ürünlerini yok pahasına satan, dışa bağlı ve muhtaç, ya da yeraltı zenginliklerini işlemeden satan, asalak bir insan yığını olmaya mahkûmdur. Sömürücü-koruyucu devlet; “yardım ettiği devlet”in sanayileşmesine, doğal kaynaklarını kendi öz yararı için kullanmasına asla göz yummaz. vi) Koruyucu devlet; en etkili ve önemli bir araç olarak, kültür emperyalizminden de geniş ölçüde yararlanır. Az gelişmiş ülkenin kamuoyuna egemen olmak üzere, kitle eğitim ve haberleşme araçları (basın, radyo, televizyon) yoluyla, yurttaşların kafaları sistemli ve sürekli olarak yıkanır. Eğitim ve kültür kurumları, şu ya da bu yoldan koruyucu devletin buyruğu altına girer. Böylece toplumdaki diplomalıların çoğu, “boyun eğmeye yatkın,” “bağımsız düşünme yeteneğinden yoksun” sözde aydınlar olarak yetişir. Bunlar topluma öncülük edemezler; onu gerçek bağımsızlığa kavuşturamazlar. Hattâ, eğer ülke bağımsız ise, bunu yitirmesine katkıda bulunurlar. vii) Büyük devletlerin, az gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarını ortadan kaldırmak için başvurdukları yollardan biri de “sıkı ve geniş kapsamlı askeri ittifaklar” ile bunları izleyen “ikili anlaşmalar”dır. Bu çerçevede tanınan ayrıcalıklar, ulusal orduyu kumanda olanakları, askeri üsler, silah ve teçhizat bakımından tek bir devlete bağlılık gibi olgular; az gelişmiş ülkenin iç işlerinin, dolaylı olarak büyük devletin denetimine geçmesi sonucunu doğurmaktadır. B) SONUÇLAR Bağımsızlıktan yoksunluk aşağıdaki sonuçları verir. i) Bir ülke tam bağımsız değilse, siyasal rejim sorunu dahil, hiçbir sorunu halk yararına olumlu bir çözüme kavuşturamaz. Örneğin, vasi/sömürgen devlet; gerçek bir demokrasinin uygulanmasını engelleyecektir. Neden? Çünkü “demokratik mekanizmanın gereği gibi işlemesine razı olması demek, ekonomik alanda sağladığı ayrıcalıklı durumun yani sömürünün, sona ermesini göze alması demektir.” Büyük devlet “yardım ettiği devlet”in kültürel bağımsızlığını da içine sindiremez. ii) Vasi devlet; yardım ettiği devletin ekonomik bağımsızlığına -ekonomik sorunlarını ülke halkının yararına olarak çözümlemesine- razı olamaz. Çünkü vasi devletin asıl amacı (tüm çabalarının ödülü), ekonomik sömürüdür. çağımızda bu sömürü; haraca bağlama ya da askeri işgal yoluyla değil, sömürülecek ülke ekonomisinin kilit noktalarını ele geçirme, piyasalarını açık pazar hâline getirme, yabancı sermaye kârları elde etme gibi yollardan gerçekleştirilmektedir. Oysa Atatürk’ün bizi uyardığı gibi, ülke ticaretinin, sanayiinin, her türden ekonominin gelişip yükselmesi; ancak tam bağımsızlıkla mümkündür: “Hiçbir uygar devlet yoktur ki ordusundan önce ekonomisini düşünmemiş olsun. Bağımsızlığın korunması için ilk koşul olan tüm araç ve gereçler, ekonomi alanındaki gelişmelerle oluşur.” Bir ulus ekonomik bağımsızlığını elde ederse “o denli güçlü bir temel üzerine yerleşmiş ve yükselmeye başlamış olacaktır ki, artık onu yerinden kımıldatmak mümkün değildir.” iii) Sürekli borçlanan bir ülke, mali bağımsızlığını yitirir ve sonunda iflas eder. Osmanlı Devleti bunun çarpıcı bir örneğidir. Bu nedenle Atatürk; “kendi yağımızla kavrulma” ilkesini benimsemiş, gelecek kuşaklara yabancılara asla borçlanmamayı öğütlemiştir. ülke yabancılara el açmadan geçindirilmeli ve yaşatılmalıdır. Dış borçlanmaya, “zorunluluk halinde ancak üretim amacıyla ve mâli bağımsızlığımızı zedelemeyecek koşullar altında” gidilebilir. iv) Eğer ekonomik, mâli, kültürel, adli, askeri bağımsızlık yitirilirse, yani “eşit taraflar” durumundan çıkılırsa, bu davranış siyasal bağımsızlığın da kaybolması; “barışçı yol”dan, köleliğin kabul edilmesi sonucunu verecektir. Ekonomik ve toplumsal kalkınma bir düş olacaktır. Siyasal bağımsızlık gereğince işlemeyecektir. Çünkü koruyucu devlet; işine uygun gelmeyen hükümetlerin devrilmesi ve onların yerine, kendisine uşaklık edecek hükümetlerin geçmesi için -”demokrasi oyunu,” para, baskı, askeri darbe başta olmak üzere- her çareye başvuracaktır. Atatürk’ün dediği gibi, herhangi bir alanda bağımsızlığı yitirmek, onu tümden yitirmek sonucunu doğurur. Çünkü, kısmen bağımlı duruma gelmiş bir ulusun maddi ve manevi gelişmesi ipotek altına girer. Geleceği tehlikededir; zamanla, tam bağımlı devlet durumuna da düşebilir. Bugünkü Türkiye, ne yazık ki, kendisini bu yöne götürebilecek bütün belirtileri vermektedir. III) BUGÜNKÜ TÜRKİYE Bu bölümde, Atatürk’ün tam bağımsızlık anlayışının ışığında, bugünkü Türkiye’nin durumunu değerlendirmeye ve bazı sonuçlara ulaşmaya çalışacağım. A) TAM BAĞIMSIZLIKTAN KOPUŞ Günümüz Türkiye’sinin yöneticileri ulusumuzun varlık koşulu olan “tam bağımsızlık”tan, hemen hemen bütünüyle vazgeçmiş görünüyor. Aslında bu gerileme, günümüze ve yalnızca bağımsızlık ilkesine özgü değildir. Kopuş, 1940’lı yıllardan beri süregelmekte ve Atatürk Devrimi’nin hemen tüm ilkelerini kapsamaktadır. Bu tükenişte o tarihten günümüze ülkemizi yöneten hemen tüm hükümetlerin, tüm siyasal partilerin büyük payı vardır. öyle ki günümüzde, ortadaki büyük partilerden hiçbiri “Atatürkçü” olduğunu söyleyemez. Eğer derse, boş laftır, yalandır; çünkü her birinin sözleri başka, yaptıkları başkadır.Türkiye; tıpkı I. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi bugün de, uluslararası kapitalizmin baş hedeflerinden biri durumundadır. Emperyalizmin, ABD’nin ve başta Almanya olmak üzere büyük Avrupa ülkelerinin, ulusal varlığımızı parçalama planları bilinmektedir. Bu planları etkisiz kılmak için ikinci bir Kurtuluş Savaşı’na, Türk ulusunun bağrından çıkan gerçek yurtseverlere, yeni Mustafa Kemal’lere gereksinme vardır. Türkiye’yi yönetenler; 1950’li yıllardan beri -tıpkı Osmanlı sultanlarının vaktiyle yaptığı gibi- kapitalist ve emperyalist ülkelere çeşitli yollardan ayrıcalıklar tanımaktadır. Bu ödünlerin ürünü olarak sanayileşmemiz durmuştur, dayanılmaz bir dış borç yükü altına girilmiştir; dilimiz, kültürümüz hızla amerikanlaşmaktadır. Bu gidiş; çok uzak olmayan bir gelecekte bağımsızlığımızın bütünüyle yitirilmesi, ülkenin -modern biçimleriyle- yabancı egemenliği altına girmesi sonucunu doğuracaktır. Gelecek kuşaklara, böylesine korkunç bir miras bırakmaya hiçbir kesimin, hiçbir partinin -35 yıldır başımıza bela kesilenler başta olmak üzere- hiçbir liderin hakkı yoktur. Türk ulusunun özünden doğan Mustafa Kemal’ler; bu ihanete izin vermeyecek, işlenenlerin de hesabını soracaktır. Bugünkü Türkiye -Atatürk’ün aramızdan ayrılışından sonra izlenen kişiliksiz ve ödüncü politikalar sonucunda- artık, tam bağımsızlığını şeklen koruyan bir ülke durumuna düşmüştür. Öyle ki artık yalnız “ekonomik, mâli, kültürel ve adli alanlarda” değil, siyasal alanda bile karartılmış bir bağımsızlıktan söz edebiliyoruz. Yabancılar -Atatürk’ün kaygılandığı gibi- emperyalizmin yeni türleriyle, dolaylı yollardan ülkemize egemen olmaya, ülke yönetimini denetim altına almaya, kapitülasyonları değişik adlar altında yeniden yurdumuza sokmaya başladılar. Uluslararası tahkim sürecinde Danıştay’ın inceleme yetkisinin kaldırılması, Türkiye’nin Avrupa Birliği üye adaylığına kabul biçimi; bu teslimiyetin en yeni ve -sözde “çağdaş, gerçekçi solcu” bir liderin eliyle gerçekleşmesi nedeniyle de- en acı örneklerinden biridir. Tam bağımsızlık da, milliyetçilik de yalnızca bir parlamentodan, bir bayraktan ve bir sınırdan ibaret değildir. Lozan’da büyük devletlerin, siyasal bağımsızlıktan çok, ekonomik ve adli kapitülasyonlar konusunda büyük zorluklar çıkarmış olmaları üzerinde de, sözde milliyetçi partilerimiz ve bunların yönetici kadroları uzun uzun düşünmek zorundadır. B) KANITLAR Sosyal bir yasadır ki büyük bir devletle ittifak ve ikili anlaşmalar yapan, ondan yardım alan azgelişmiş uluslar; bağımsızlıklarını zamanla yitiriyorlar. Başka bir deyişle “kendi işlerinde serbestçe yön belirleme ve karar alma yetkileri” ortadan kalkmaktadır. Bu yasa -yukarda ileri sürdüğümüz gibi- Türkiye özelinde de bütün katılığıyla doğru çıkmıştır. Şimdi bu geçerliği doğrulayıcı kanıtlar sunmak istiyorum. Emperyalizm, bu yüzyılın başında Türkiye’nin bağımsızlığına işgal yoluyla son vermeyi denemiş; ancak bunu, Türk ulusunun Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde ve “Ya İstiklal, ya ölüm” parolası ile şahlanması üzerine, o yıllarda başaramamıştı. Ne var ki Batı -Lord Curzon’un “Yine bize geleceksiniz. Bugün reddettiklerinizi, günü gelecek, kabul edeceksiniz” tehditinden açıkça anlaşılacağı gibi- iğrenç emelinden asla vazgeçmedi. Bu kez, elindeki diğer yollara başvurdu. -“Biz büyük bir devletin yardımı olmaksızın varlığımızı koruyamayız” diyen, korkak, mandacı ve çıkarcı kişilerin iş başına gelmesine destek verdi. Bu yöneticiler devletimizi, Atatürk Yolu’ndan adım adım saptırarak, Batı’nın emellerini gerçekleştirecek şekilde yeniden düzenledi.Emperyalizm; Atatürk’ün büyük hayali olan “uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacak” bir Türkiye’nin önünü kesmek için; dışa muhtaç ve bağımlı, asalak, sanayileşmeyen, doğal kaynaklarını kullanamayan bir Türkiye’nin oluşması için mümkün olan her yola başvurdu.ABD; en etkili ve önemli bir araç olarak, kültür emperyalizminden geniş ölçüde yararlandı. Türkiye’de kamuoyuna egemen olmak üzere, başta televizyon olmak üzere, kitle haberleşme araçlarını kulanarak, yurttaşların kafalarının sistemli ve sürekli olarak yıkanmasını sağladı. Eğitim ve kültür kurumları, şu ya da bu yoldan koruyucu devletin çıkarlarına sunuldu. Böylece toplumdaki diplomalıların çoğu, “boyun eğmeye yatkın,” “bağımsız düşünme yeteneğinden yoksun” sözde aydınlar olarak yetişmeye başladı. Bunlar Türkiye’yi gerçek bağımsızlığa kavuşturmak bir yana, onun, bağımsızlığını yitirmesine katkıda bulundular.Büyük devletlerin, az gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarını ortadan kaldırmak için başvurdukları yollardan biri olan “askeri ittifaklar” ile bunları izleyen “ikili anlaşmalar” Türkiye’de de görüldü. Bu çerçevede tanınan ayrıcalıklar, askeri bakımdan tek bir devlete bağlılık; Türkiye’nin iç işlerinin, dolaylı olarak ABD’nin denetimine geçmesi sonucunu doğurdu. Şimdi, bu söylediklerimizi doğrulayıcı somut kanıtlar sunalım. Bu kanıtları M. Emin Değer’in “Oltadaki Balık Türkiye” adlı büyük yapıtından (1993) derledim. (1) ABD Senatörü Beveridge (1898) konuşuyor: Daha yüksek insanlıklar önünde alçak uygarlıkların ortadan kalkması, Tanrı’nın sınırsız tasarısının bir parçasıdır. Amerika tüketebileceğinden fazlasını üretiyor. Dünya ticareti bizim olmalıdır, olacaktır. Bunu Anamızı (İngiltere’yi ) örnek alarak gerçekleştireceğiz. Başkan Truman (1946): Uluslararası olayların gelişmesine, ABD’nin en büyük ölçüde etki yapmasını sağlamalıyız. Başkan Eisenhower (1953): Dış politikamızın açık ve net amacı, yabancı ülkelerde yatırımlarımız için uygun bir ortam yaratılmasını sağlamaktır. Bush: ABD dünyanın düzeninden sorumludur. Başkan Clinton: Ulusal çıkarlarımızı koruyacağız; çıkarımız neredeyse biz oradayız (Böylece, 1999 sonlarında Türkiye’ye niçin geldiğini itiraf etmiş oluyor). (2) Rockefeller (1956): Azgelişmiş ülkelere yapılan yardımda özel amaç, o ülke ekonomilerinin kilit noktalarını ele geçirmektir. Kennedy (1962): Dış yardım, ABD’nin dünyayı denetleme ve etkileme araçlarından biridir. Ford: Dış yardım yoluyla ilişkili olduğumuz ülkelerin iç ve dış işlerine karışabiliriz. Prof. Benham: Yoksul ülkelere yardım yaparken, kendi kârımızı artırdığımızı bilmek hoşumuza gider. Teresa Hayter: Dış yardım ancak emperyalist güçlerin, yarı-sömürge ülkeleri sömürmeye devam edebilmek için katlandıkları bir fedakârlıktır. Yardım koşulsuz verilmez; ön-koşul, önerilen politikayı uygulamaktır. Bu mekanizma yardım yapan devletin çıkarlarına hizmet eder. Dünya Bankası’nın gerçek amacı, ABD’nin uygun gördüğü politikayı az gelişmiş ülkelere kabul ettirmektir. Yardım alan ülke; politikalarını, IMF, AID, Dünya Bankası gibi kuruluşların önerilerine göre düzenlemeye başlayınca, bağımsızlığını ipotek altına koymuş demektir. Çünkü, yardım kuruluşları bir hükümetten hoşnut değilse, yardımı keser ya da azaltır. (3) IMF, AID, Dünya Bankası gibi kuruluşlar; kimi ülkelerde bir politikacıyı tutarak, politikalara onun eliyle yön verir. Bissel Raporu’ndan: Başlıca görevimiz müttefik kişi ve örgütler bulmak, onlarla ilişki kurmak, ortak ilkeler için çalışmaktır. Bu programlar, ABD hükümeti tarafından değil de resmi olmayan kuruluşlarca yürütülürse daha başarılı olur (Resmi olmayan kuruluşlara örnekler: AID, Amerikan vakıfları, Ford Vakfı, o ülkenin özel girişimci ve örgütleri...) (4) Parvus Efendi yazıyor (1910): Kapitalist Avrupa; kendisiyle ilişkisi olan ülkeleri, sermayesiyle tutsak almaktadır. Osmanlı Devleti de yaptığı her ileri atılımda bu pençenin baskısını duymaktadır. Avrupa finans çevreleri; şu anda bile, Osmanlılara yeni borçlar vererek, onu bir kez daha kıskıvrak yakalama çabası içindedir. M. Emin Değer (1993): Lozan’ı tanımayan ABD’de, Kemalist Türkiye yıllarca protesto edilmiş, Kemalist rejimin mutlaka yıkılacağı ve milliyetçi Türk hükümetinin, hedeflerine asla varamayacağı ileri sürülmüştür. ABD bir ulusal kurtuluş utkusu üzerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni asla sindirememiştir. Çünkü bir ulusal kurtuluş savaşı sonunda kurulmuş olan bu devletin dış politikası, antiemperyalisttir. ABD; Ortadoğu’da kendi kendine yetecek bir Türkiye istemez. Çünkü böyle bir Türkiye; birinci olarak, Ortadoğu’da güç dengesini altüst eder. İkinci olarak, gelişmekte olan ülkelerin lideri durumuna gelir. Öyleyse, Türkiye sürekli olarak ABD’ye bağımlı kalmalıdır. - McGhee’nin anılarından: İngiltere, Türkiye’yi taşıyamayacağını ABD’ye 1946’da bildirdi. Türkiye’nin yazgısı, artık ABD’nin elindedir. - Thornburg Raporu’ndan (1947): Türkiye, Amerikan çıkarlarının büyük önem kazandığı bir yerde bulunmaktadır. Türkiye bizden yardım isterse, yalnız sermayemizi değil, aynı zamanda hizmetlerimizi, geleneklerimizi ve ideallerimizi plase edecek ve elden gitmesine izin vermeyeceğimiz bir yatırım fırsatı doğacaktır. (5) Nelson A. Rockefeller’den ABD Başkanı Eisonhower’e mektup (1956): Bizimle dost ve bize askeri paktlarla bağlanmış olan ülkelere yönelik yardım ve krediler, öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. Oltaya yakalanmış balığın yeme gereksinmesi yoktur. Genişletilmiş ekonomik yardım -örneğin Türkiye’ye- beklenenin tersi sonuç verebilir. Yani bağımsızlık eğilimini artırıp, mevcut askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere -Türkiye gibi- doğrudan doğruya ekonomik yardım da yapılabilir; ancak bu bize uygun ve bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri zararsız kılacak biçim ve miktarda olmalıdır. Özel sermaye yatırımları özendirilmeli, onlardan akıllıca yararlanmalıdır. Bu yatırımlar sayesinde birçok politik amaca ulaşılabilir. ABD ile işbirliği yapmaya hazır yerli işadamlarına yardım artırılmalı; böylece bunların, ülke ekonomisinde kilit noktaları ele geçirmeleri, bu sayede de politik etkilerini artırmaları sağlanmalıdır. Türkiye-ABD ilişkileri İkinci Dünya Savaşı sırasında başlamış ve 1947 Anlaşması ile, ilk kez resmi kimliğe bürünmüştür. 1950 sonrası hükümetleri, Türkiye’yi tam anlamıyla emperyalizmin tuzağına atmıştır. ABD daha sonra, Nato anlaşması ile Türkiye’ye iyice yerleşir. 1954 Askeri Kolaylıklar Anlaşması ve onu izleyenlerle, ülkemizde önemli büyüklükte askeri varlık konuşlandırır. 1969 Ortak Savunma İşbirliği Anlaşması, ile 29 Mart 1980’de imzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SE‹A) bağımlılığımızı daha da pekiştirir. Türkiye’nin IMF üyeliği ile Truman Doktrini kapsamına alınışı, bir gün ara ile gerçekleşmiştir: Türkiye 11 Mart 1947’de IMF’ye üye olduktan sonra, 12 Mart 1947’de Truman Doktrini kapsamına alınmıştır. - İsmet İnönü’nün ABD-Türkiye ilişkileri hakkındaki bir yorumu (1964): Bağımsız iç ve dış politika güdemez, havanda su döversiniz. Sanmayın ki kolay iştir. (Kurtulmaya) teşebbüs ettiğinizde başınıza neler gelir, bilemezsiniz.- ABD Başkanı Lyndon. B. Johnson’dan Başbakan İ. İnönü’ye (1964): 1947 Anlaşması’na göre, size verdiğimiz askeri yardım malzemelerini benden izin almadan kullanamazsınız!.. - İdris Küçükömer yazıyor (15 şubat 1970): “Demirel kendine özgü deneyimiyle yeni bir denge kurmaya çalışınca, emperyalizmin bazı alanlardaki oyunlarıyla uyuşmaz bir pratiğe girdi. şimdi, Demirel’in ayağı altındaki toprak da kaymaktadır.” Süleyman Demirel Türkiye için büyük sakıncalar doğuracak konularda, ABD’nin etkilerini geçiştirmeyi yeğleyen bir tutum izlemiştir. 12 Mart ve 12 Eylül’de düşürülmesinde bu tutumunun payı olduğu kuşkusuzdur. ABD 1974 Kıbrıs Harekâtı’ndan sonra Türkiye’ye silah ambargosu koyar. Ambargo üç yıl sürer. Türkiye parasını ödediği malzemeyi bile alamaz.Dışişleri Bakanı İ. S. Çağlayangil (1974): ABD bir ülkede demokratik yönetim olmuş, şöven yönetim olmuş, faşist yönetim olmuş, ona hiç bakmaz. Amerika o ülkenin kendisine ne ölçüde tabi olduğuna, kendi politikasına ne ölçüde uydu haline gelebildiğine bakar... CIA benim altımı oyar. Elinde imkân var, yabancının... Nüfuz edip öyle girmiş ki içime, arasam da bulamam!.. - Warren Cristopher’dan Başbakan B. Ecevit’e (Mayıs 1979): Eğer “U-2 uçaklarına izin verilmesi” talebimiz reddedilirse, Türk-Amerikan ilişkilerinin tonu değişir. Şunu da iyi bilin ki beklediğiniz yardımlar gerçekleşmeyebilir. (6) Türk Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Feridun Cemal Erkin (1946): “Türkiye, kaderini ancak Amerika ve Büyük Britanya’ya bağlarsa, esenliğe kavuşabilir.” Bu öneri Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu tarafından da onaylanır. Bugün de şöyle konuşanlar var: “Tam bağımsızlık yoktur, ‘karşılıklı bağımlılık’ vardır. ABD bir dünya devletidir, ona entegre olmalıyız. Bizimle kurmak istediği stratejik işbirliğine hayır diyemeyiz.” - Başbakan İsmet İnönü (1964): [Bürokratlar] öneriler hazırlayacaklar, yapabilirler mi bunu? Hepsinin etrafını uzman denilen yabancılar almış, iğfal etmeye çalışıyorlar. O da olmazsa, işi sürüncemede bıraktırıyorlar. Başaramazlarsa, karşı önlem alıyorlar. Bir görev veriyorum, sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. - Metin Toker’in “Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları ” adlı kitabından: Biz Kıbrıs’a çıkmayı ilk kez 1964’de istedik. O teşebbüsümüz Johnson’un ünlü mektubuyla durduruldu. ABD Başkanı İsmet Paşa’ya teşhisi koymuştu. Çok geçmeden, General Porter diye biri geldi. Ankara’ya bizzat Başkan Johnson tarafından gönderilmişti. Görevi İsmet Paşa’nın “hayır” dediği önerileri, Türkiye adına kabul edebilecek bir başbakan bulmaktı. Aynı günlerde CIA ajanları da Türkiye’de bir anket yapıyordu. General Porter ve CIA ajanları, aradıkları adamı sonunda buldular. İsmet Paşa Hükümeti düşürülür. Yeni başbakan, Süleyman Demirel’dir!-Richard Podol adlı bir AID uzmanının raporunda (1975), ABD yardımının amaçları ve emperyalizmin Türk bürokrasisine nasıl yön verdiği şöyle açıklanıyor: Yirmi yıldır Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan yardım programı, ürünlerini vermeye başladı. Hemen hemen bütün bakanlık ve kamu iktisadi teşekküllerindeki önemli mevkiler, Amerikan eğitimi görmüş Türklerin eline geçmiştir. Bu kimseler bulundukları kuruluşlarda, “ilerici güç” konumundadır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha yüksek görevlere kısa sürede geçmeleri beklenir. AID, bütün çabalarını bu gruba yöneltmelidir. Türk idarecilerini, geniş ölçüde “indoktrine” etmek gerekir. Burada özellikle orta kademe yöneticiler üzerinde durmalı, onlara yeni davranışlar kazandırmalıdır. Bu grubun yakın gelecekte yüksek sorumluluk mevkilerine geçecekleri düşünülürse, bütün gayretlerin bu kimseler üzerinde toplanması doğru olur. -Başbakan B. Ecevit’in U-2 uçakları konusuna yaklaşımı, ABD’ne ters gelir. Carter’ın Başdanışmanı Z. Brezinski şöyle der (1979): “Bu adamla bir yere varılmaz.” Türlü sorunlarla boğuşmakta olan hükümeti, bu kez de TÜSİAD gazete ilanlarıyla sıkıştırmaya başlar. -1983 yılı genel seçimlerinin öncesi ... Türkiye’ye Kissenger’den tutun da, Richard Perle ve A. Haig’e değin bir sürü amerikalı gelip gidiyor. Biri, Başkan Reagan’dan mektup getirmiştir, Kenan Evren’e. Geliş nedenleri, açıklanmıyordu ama, tahmin ediliyordu: “Özal onların adamıydı,” seçim şansı elinden alınmamalıydı. Etkilediler ve sonucu aldılar: Askere düzenlettikleri 12 Eylül sistemini, kendi adamlarına teslim ettiler!12 Eylül bir tarihsel dönüm noktasıdır. O günden sonra ABD, Türkiye’de sözünü tam geçireceği bir düzen kurdu. Turgut Özal’ı buldu!.. Sistemi ona emanet etti. Bir dediği iki olmadı, Özal döneminde... Turgut Özal konuşuyor: Kapıları ardına kadar açacağız. İsteyen istediği yere yatırım da yapacak, istediği yerde mülk de alacak, ticaret de yapacak. Bakın Batı’da serbest piyasa olmayan yerde demokrasi var mı? Bu dediklerimiz gerçekleştirilirse, Türkiye Ortadoğu’nun Amerika’sı olur. IMF Avrupa Masası Şefi Wiltom’dan T. Özal’a (15 Eylül 1980): Mr. Özal, siz işin başında iseniz, biz endişe değil sevinç duyarız. Sizin adınız bizim için yeterlidir. CIA’nın Özal biyografisinden: Gelmiş geçmiş en ABD yanlısı Türk lideri!.. Clinton (1993): ABD’nin en büyük müttefiki Turgut Özal’ın ölümü büyük bir kayıptır. Yıl 1999, Başbakan Bülent Ecevit konuşuyor: Ben çağdaş solcuyum. Tahkimi Meclis’den geçireceğiz. Tahkime karşı çıkanlar çağ-dışıdır!.. (O da bir Rockefeller burslusuydu, Kissinger’ın seminerlerine katılmıştı!) (7) ABD’li ünlü stratejistler Prof. Wahlstetter, Rutsel, Kaplan ve Goblenz: Türkiye’yi, Türklere bayıldığımız için değil, Batı’nın petrolünü koruduğu için güçlendiriyoruz. Türkiye, Ortadoğu’da ideal bir araçtır. Çünkü Türkiye bu bölgede, ABD stratejisinin gelişmesine aktif olarak katılan ve Birleşik Devletler’in yüzünü güldüren tek devlettir. McNamara (1967): Türkiye ile olan ittifak ilişkilerimizi sürdürmekte büyük çıkarlarımız var. Çünkü -Yunanistan ve İran ile birlikte- bu ülke; Sovyetler Birliği, sıcak deniz limanları ve Ortadoğu’nun petrol yatakları arasında yer almaktadır.-ABD Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle (1983): Bir tek Amerikan askerini Türkiye’de tutmak, bize yılda 90 bin dolara mal oluyor. Oysa bir tek Türk askerinin Türk hükümetine maliyeti yalnızca 6 bin dolardır. (8) 1950’de özel girişimciyi desteklemek üzere Türkiye Sınai Kalkınma Bankası, Dünya Bankası’nın önerisiyle kurulur. Bankanın özel bir kuruluş olmasına, amerikalılar tarafından özel bir dikkat gösterilir. - Dünyada Amerikan çıkarlarının bekçisi olan IMF, Dünya Bankası ve AID gibi kuruluşlar; hep Türkiye’nin tarım ülkesi olmasını istemiş ve sanayi yatırımlarını desteklememiştir. Türkiye’nin sanayi yatırımları yapması, bu kuruluşlarca “gelişmenin ana engeli” olarak görülmüştür. Kredilerin ön-koşullarıyla Türkiye, tarım dışına yatırım yapmamaya zorlanmıştır.- Executive Intelligence Review Raporu’ndan (1977): Türkler bir türlü o kahrolası gelişme programlarından vazgeçmiyor. Türkleri satın alabilmek için Dünya Bankası seçimlere kadar, bu ülkeye günlük uygulamada bulunacak. Ancak bunun için şu koşul gerekli: Türkiye, politikasından vazgeçerek, kemerleri sıkmaya yönelmeli...- IMF Türkiye Masası Sorumlusu Sturc’dan TÜSİAD’a (1978): Türkiye bağımsız bir politika yürütmekte ve çok hatâ yapmaktadır. IMF Türkiye’ye para vermeyecek. Petrol fiyatı hâlâ ucuz. Rasyonel düşünün. Hiçbir şey karşılıksız verilmez. Hediyenin bile bir fiyatı vardır. Verimlilik artışına dikkat edin. Avukat yetiştireceğinize, tüccar yetiştirin. -ABD Dışişleri Bakanlığı ve Carter’ın Yürütme Ofisi yetkililerinden TÜSİAD’a (1978): Kongre Türkiye’ye sempati beslemiyor. Türkiye yaramaz bir çocuktur. Bankalar, Türkiye’ye, sevdikleri için para vermez. IMF bütün dünyada etkili bir organdır. Türkiye’nin istikrar önlemleri hakkında olumlu bir hava yok. ABD’nin, Türkiye’ye yardım olarak vereceği fonu yok. Yeni para için, bozulan itibarınızın onarılması şart. Ortadoğu’da büyük bir inşaat pazarı var. Turizmde ve tekstilde pazar edinebilirsiniz. IMF sorumlusu Sturc ile ABD yetkililerinin TÜSİAD’a yönelik sözleri; işadamlarımızın yüzlerine indirilmiş birer tokat değil de nedir? Böyle tokatları -ne yazık ki- Osmanlılar da çok yemişti. Bir örnek verelim: Osmanlı maliyesi sıkıntı içindedir. Fuad Paşa borç bulmak üzere İngiltere’ye gider. 25 Eylül 1858’de Times’de şu uyarı yayınlanır: Sermaye fazlalığımız var. Sermaye sahipleri, kurtuluşu Osmanlı Devleti’nin boşalmış damarlarını doldurmakta bulabilir. Osmanlıların, birçok kuşaktır büyük günahı mâli savurganlık olmuştur. İmkânlarına uygun biçimde yaşamak ve alacaklıları mağdur etmemek, onurlu bir toplumun ilk görevidir. Osmanlı Devleti bu ilkelere uyma kararlılığını gösterinceye kadar, devlet olarak yeni bir yardım ummamalıdır (Kıray,1993: 96). SONUÇ Türkiye ne yazık ki 2000’li yıllara bağımsızlığını şeklen koruyan bir ülke olarak girmektedir. Cumhuriyetimizin temeli olan tam bağımsızlıktan ayrılış sürerse, yakın gelecekte şunlar olacaktır: Türkiye; bağımsızlığından vazgeçtiği ölçüde, gerçek demokrasiye de kavuşamayacaktır. Hiçbir ekonomik sorununu, halkın yararına çözemeyecektir. Dış borçlar, Türk ekonomisini çökertecektir. Sonunda, siyasal bağımsızlıktan, birlik ve bütünlükten de eser kalmayacaktır. Tıpkı bireyler gibi, uluslar da iki ana dinamiğin etkisi altında yaşar ve gelişir: Birincisi üyesi olduğu bütün içinde özgür (bağımsız) olmak, ikincisi aynı bütün içindeki öbür üyelerle bağlar kurmak... Başka bir deyişle hem bağımsız olmak, hem de bağımlı olmak... Ancak bir denge olmalı: Bağımsızlık ulusu yalnızlaştırmamalı, bağımlılık ise köleleştirmemeli!..Değerli düşünürümüz İlhan Selçuk’un (Cumhuriyet, 22.8.1999) çok güzel ifade ettiği gibi: “Küreselleşme çağımızın bir olgusu... Türkiye bu olgunun dışında kalamaz, zaten olayın bu yanı dert değil... Sorun nerede?.. Biz ‘küreselleşme’ sürecine uşak ya da uydu olarak mı katılacağız?.. Yoksa bağımsız ve özgür insanlar olarak mı yeni süreçte yerimizi alacağız?... Efendisinin her dediğini hiçbir eleştiri süzgecinden geçirmeden yapmayı doğal sayan uşak, mesleğinde parlayabilir, ama ‘Süper Güç’ün buyurduğu düzene ‘başüstüne’ diyen kişi ne aydın olabilir, ne çağdaş, ne Batılı...”Bilelim ki bu bağımsızlığın, bu bağlılığın en güzel sentezi de ondadır.Atatürk’tedir!Onun ilkelerinde, onun düşünce sistemindedir!... Atatürk’ün düşünceleri; bugün dünyayı büyük bir felakete sürüklemekte olan Amerika Birleşik Devletleri’ne, Senatör Beveridge ve Nelson Rockefeller gibi ırkçılara, Başkan Clinton gibi pohpohçulara, zorba IMF danışmanlarına, Dünya Bankası uzmanlarına ve bizim, ahh o bizim gafillerimize de birer tokattır, birer derstir!..İşte O’nun konuyla ilgili temel fikirleri: Dünya üzerinde bütün uluslar birbirine birçok bağlarla bağlıdır. Dünya birliğe doğru yürümektedir. Birliğe doğru yürüyüş, barışa doğru yürüyüş demektir. Barış, ulusları gönenç ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur. Eğer barış isteniyorsa, yoksul ülkelerin durumu iyileştirilmeli; dünya üzerinde açlık ve baskının yerini bütün ulusların gönenci almalıdır. Ulusların tutsaklığı üzerine dayalı kurumlar, her yerde yıkılmaya mahkûmdur. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olmalı, yeni bir uyum ve işbirliği çağı başlamalıdır. Türk ulusu insanlık ailesinin içten bir üyesidir. Dünyada her ulus gibi onun da özgür olma, gönenç içinde yaşama ve ilerleme hakkı vardır. Bu nedenledir ki Türk ulusu; dünya barışı için, uluslararası güçbirliği için çalışmalıdır. Bu nedenledir ki ; Türk ulusu; diğer uluslarla ilişkilerini -tutsak olmadan- bağımsızlığını koru***** yürütmelidir!... KAYNAK: C. Dura , Düşmanı Çağırdılar Satıldık Uyanın, İleri Yayınları, İst.,2005, ss. 68-81
__________________ ''Bu topraklar bomboş arsalar değildir, adı Vatandır. Vatan; Dünyada, parası, fiyatı, karşılığı, borsası, piyasası olmayan tek şeyin adıdır.'' Nihat GENÇ Cumhuriyet onurla yaşar! Cumhuriyet bağımsızlıktır, onurumuzdur, dirliğimizdir, bereketimizdir, Nasrettin Hoca'dır, Yunus Emre'dir, bütün bu değerleri çocuklarımıza anlatmaktır. Onur ve şeref kazınmış ve çıkartılmıştır bu topraklardan. Böyle cumhuriyet olacaksa hiç olmasın, yıkılır bir tanesi daha yapılır. Nihat GENÇ[/SIZE] |
Etiketler |
anlayä±åŸä±, anlayışı, baäŸä±msä±zlä±k, bağımsızlık, bugünkü, mkemalin, türkiye |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |