|
KÜRESEL ISINMA Küresel ısınmaya dair her türlü gelişmeleri paylaşabileceğimiz bölüm.. |
| LinkBack | Seçenekler |
06-Temmuz-2009, 21:55 | #1 (permalink) |
Bizim Coğrafya Yöneticisi Üyelik tarihi: 04-Haziran-2009 Ad- Soyad: Mustafa Yıldız
Mesajlar: 4.878
Teşekkürleri: 2.435
1.608 mesajına 9.665 kere teşekkür edildi.
| Küresel Isınma.. KÜRESELLEŞME ve ÇEVRE SORUNLARI İklim Değişikliği, küresel isınma ve Geleceğimiz Ülkemizde son yıllarda yaşanan kuraklık, ister istemez iklim değişikliği ve küresel ısınma tartışmalarını aklımıza getiriyor. Oysa, henüz ikisi arasında bilimsel açıdan bir neden sonuç ilişkisi kuracak durumda değiliz. Konu üzerinde yeterli araştırma yapılmış ve gerekli veriler toplanmış değil. İklim değişikliğinin zaman içinde ortaya çıkacak etkilerine hazırlıklı olmak ve gerekli önlemler alabilmek için ilk etapta bir bilimsel araştırma seferberliği başlatmak gerekecektir. Bunun neden gerekli olduğunu açıklayabilmek için çok karmaşık bir konu olan iklim değişikliği ve küresel ısınma ile ilgili bazı noktalara değinmemiz gerekiyor. 1. Atmosferde doğal olarak bulunan ve dünyamızın aşırı soğumasını engelleyen sera gazlarının salınımı- özellikle karbon dioksit, metan ve nitrojen oksit - sanayi devriminden bu yana insan faaliyetleri sonucu artış göstermiştir. Doğal geri emme süreçleri zorlanmış ve atmosferdeki sera gazı konsantrasyonları sürekli olarak yükselmiş ; sonuç olarak da küresel ısınma dediğimiz dünyamızın yüzeyinde ortalama sıcaklığın giderek artması oluşumu yaşanmaya başlanmıştır. 2. ABD petrol ve otomobil lobilerinin büyük çabaları sonucu, yıllarca konuya şüphe ile bakılmış, böyle bir oluşumun sadece bir varsayım olduğu iddiaları öne sürülmüştür. 3. Çeşitli ülkelerden 2500 bilim adamının katkıda bulunduğu Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) araştırmaları sonucu, 1995 yılından bu yana iklim değişikliği ve küresel ısınmanın inkar edilemez gerçekler olduğu kabul edilmiştir. 4. IPCC'nin 2000 yılı bitiminde açıklanan en son raporu, ısınmanın önceleri sanıldığından daha hızlı ilerlediğini ve bu yüzyıl içinde yüzeysel ısının ortalama 6. C derece artabileceğini öne sürmüştür. Bilim adamları artık araştırmalarını oluşturdukları çeşitli iklimsel senaryoların bölgesel ve yöresel etkileri üzerine odaklamışlardır. Genel kanı ılıman ve yağışlı bölgelerin daha fazla yağış alacağı ve ısı yükselmesinin tarım ürünlerinde rekolte artışı gibi yararlarının olabileceği yönündedir. Ancak, taşkınlar ve fırtınalar gibi doğal afetlerdeki artışlar da işin olumsuz yönü olabilecektir. Ülkemizin yer aldığı Akdeniz ve Orta Doğu bölgesinde aksine bir gelişim, yani kuraklık artışı ve tarımsal verimde düşüş öngörülmektedir. Ancak bu kabaca çizilmiş bir çerçevedir. Etkiler yöreden yöreye, hatta bitkiden bitkiye değişiklik gösterebilecektir. Mesela, birçok bitki havada karbon dioksit yoğunluğu yükselince daha az suyla yaşayabilmekte ve gelişebilmektedir. IPCC raporunda bu duruma örnek olarak BAZI MEŞE TÜRLERİ verilmekte, kuraklık koşullarına uyum yapmakta bu ağaçların ne kadar becerikli oldukları belirtilmektedir. 5. Biz yüzlerce sayfa tutan IPCC raporunun ancak bazı bölümlerini inceleyebildik. Bilim adamlarımızın özellikle ülkemizi ilgilendiren bölümleri dikkatle inceleyeceklerine eminim. Türkiye raporun Akdeniz ve Orta Doğu bölümlerinde incelenmiş ve biyolojik çeşitlilik zenginliğinden dolayı özel önem verilmesi gerektiği belirtilmiştir. Rapor, Türkiye birçok bitki ve meyvenin yabani atalarının anavatanı olduğu için, bu genlerin korunması açısından iklim değişikliğinin buradaki etkilerinin özenle araştırılması gerektiğinin altını çizmektedir. 6. Bölgemizde zaten su kıtlığı, kuraklık ve toprak erozyonu sorunlarının ciddi boyutlarda olması nedeni ile, küresel ısınmanın ZARARLI ETKİLERİNİ EN ÖNCE VE EN ŞİDDETLİ BİÇİMDE yaşayabileceğine dikkat çekilmektedir. Bu zararların da en kurak değil, yarı kurak yörelerin mera ve tarım arazilerinde en çok etkili olacağı tahmin edilmektedir. 7. Biliyorsunuz, 1992 Rio Dünya Zirvesi'nden sonra bir uluslararası İklim Değişikliği Sözleşmesi imzalandı. Daha sonra bu sözleşme, 1997 Kyoto Protokol'ü ile güçlendirildi. Bu protokol ile sera gazı emisyonlarının zaman içinde kalkınmış ülkeler tarafından ortalama yüzde 5 oranında indirgenmesi koşulu getirildi. Geçtiğimiz yıl sonunda, Kyoto'nun uygulama ilke ve yöntemlerini belirlemek için Lahey'de yapılan toplantı tam bir fiyasko ile sonuçlandı, hiçbir karar alamadan dağıldı. Sera gazı salımlarının en büyük sorumlusu olan ABD, Avustralya, Kanada ve Japonya gibi bazı ülkelerle işbirliği içinde emisyon indirimlerini asgari seviyeye çekmenin savaşımını verdi. 8. Eğer Lahey toplantısı başarılı olsa idi ve emisyon indirimi uygulamaları sağlam kazığa bağlanabilseydi, küresel ısınma sorunu çözülmüş mü olacaktı? Asla! Bilim adamlarına göre küresel ısınmanın geri döndürülmesi çok zor. Atmosferde biriken sera gazları yüzlerce yıl orada kalacaklar ve konsantrasyonların orta vadede düşürülmesi için fosil yakımı ve sanayiden kaynaklanan emisyonların yüzde 50 ila 70 oranında aşağı çekilmesi gerekiyor. Bu da bildiğimiz üretim ve tüketim sistemlerinin kökünden değiştirilmesi gibi siyasi ve ekonomik uygulama şansı, hiç değilse günümüzde, hiç bulunmayan bir senaryo ortaya koyuyor. Bunun gerçekleşmesi için kalkınmış ülkeler yaşam biçimlerinde radikal değişiklikler yaparken, Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan devlerin kalkınma heveslerinden tümüyle vazgeçmeleri gerekiyor. Tam bir olmayacak duaya amin tablosu ortaya çıkıyor. Peki sözleşme neden yapıldı? Çevreci kamuoyunu oyalamak için mi ? Uzmanlara göre kısıtlı oranda emisyonindirimi bile piyasaları etkileyecek ve temiz enerji yatırımları çok daha cazip hale gelecek. Yeni teknolojiler için araştırma geliştirme fonları artırılacak, zaman için de maliyetler düşecek ve bu teknolojilerin uygulanması ekonomik olmaya başlayacak. 9. Bu arada, orta vadede , hatta belki de uzun vadede, tek seçeneğimiz değişen iklim koşulları altında yaşamayı, tarım yapmayı, su kullanmayı öğrenmek. Bunun yolu da hem toprağı, hem suyu, israf etmeden, kirletmeden, bozmadan, kullanmayı öğrenmekten geçiyor. 10. Dünyamızın zaten giderek büyüyen bir sorunu olan su kıtlığının, küresel ısınma sonucu vahim boyutlara varacağını düşünen uzmanlar var. İngiliz hükumetinin geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir raporu bugün toplam küresel nüfusun 1.7 milyarı su kıtlığı çekerken, bu rakamın 2025 yılında 5 milyarı aşacağı tahmininde bulunuyor. Bu şartlarda, aşırı su kıtlığı çekmeyen ama sandığımız gibi su zengini de olmayan ülkemizin ileriye yönelik önlemler almada gecikmesi, kıtlık, açlık ve sosyal patlamalara yol açabilir. KÜRESELLEŞME ve ÇEVRE SORUNLARI Doğal Afetler Karşısında Artan Zaaflarımız Yazan: Kofi Annan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Türkiye'deki büyük depremin getirdiği yıkım ve acılar onu takip eden trajik Atina depremi bizlere günümüzün en büyük sorunlarından birisini hatırlatıyor: Doğal afetlerin sayısında ve kapsamındaki olağanüstü artış. İstatistikler çok çarpıcı. 1998 yılındaki doğal afetlerin getirdiği maddi zarar, 80li yılların bütün afetlerinin maliyetinden yüksek olmuış. Çoğu yoksul binlerce insan geçtiğimiz yılın afetlerinde öldü ve milyonlarca insan evini barkını kaybetti. Karaiblerde, George ve Mitch adı verilen fırtınalar 13,000 kişiyi öldürdü. Mitch Atlantik denizinde son 200 yılın en şiddetli fırtınası olarak tanımlandı. Hindistanı vuran bir ***lon da neredeyse Mitch kadar maddi zarar verdi ve 10,000 kişiyi öldürdü. Hindistan, Nepal, Bangaldeş ve Doğu Asya'daki sel baskınları da binlerce kişi ölümüne yol açtı. Bangaldeş'in üçte ikisi aylarca sular altında kaldı. Çin'deki Yangtze nehri taşkınında 3.000 kişi öldü, milyonlar evsiz kaldı ve maddi hasar 30 milyar dolar değerinde oldu. Brezilya, Endonezya ve Sibirya'da binlerce hektar ormanı yokeden yangınlar insan sağlığı için de ciddi bir tehlike oluşturdular. Afganistandaki bir deprem 9.000 cana kıydı; Türkiye depremindeki ölü sayısı 15 bini geçti ama kesin rakam hala bilinmiyor. İnsan topluluklarının sel, deprem, fırtına, kuraklık gibi doğal afetlerle karşılaşmasının kaçınılmaz olduğunu biliyoruz. Ama günümüzün felaketleri doğadan çok insanın marifeti. Hatta "doğal afet" sözcüğünü kullanmak bile giderek yanıltıcı oluyor. Doğal afetlerin değişik sayılarda ve şiddette olması beklenebilir. Ama daha çok insan eylemlerinin sonucu olan son yılların felaketlerinin boyutları devamlı olarak büyüyor. 1960lı yıllara kıyasla 1990lı yılların afetleri üç misli daha fazla ve büyük oldu; maddi zarar da dokuz kat arttı. Eğilimin neden hep yukarı doğru tırmandığını biliyoruz. Afete maruz kalanların yüzde doksanı gelişmekte olan ülkelerin insanları. Bu ülkelerde yoksulluk ve nüfus yoğunluğu insanları tehlikeli yerlerde, mesela sele maruz kalabilecek dere yataklarında veya deprem bölgelerinde, yaşamaya zorluyor. Emniyetli olmayan yapılar tehlikeyi daha da büyütüyor. Afetlerdeki maddi zararların ve insan kaybının bu kadar yüksek olması bu rizikolu bölgelerde yaşamaktan kaynaklanıyor. Uygun olmayan kalkınma ve çevre politikaları sorunu daha da ağırlaştırmakta. Yoğun ağaç kesimi ve sulak alanların tahribi toprağın şiddetli yağışları emme gücünü azaltıyor, erozyona ve sellere yol açıyor. İnsan eylemlerinin sonucu olarak sadece afetlerin zarar verme gücü artmıyor. Bilim adamları birçok iklime bağlı afetin insan eylemleri sonucu ortaya çıkan küresel ısınmadan kaynaklandığını söylüyorlar. Dünyamızda her zaman doğal ısınma ve soğuma döngüleri olmuştur. Ama düzenli sıcaklık ölçümleri tutulmaya başlanan 1860 yılından bu yana en sıcak 14 yıl son 20 yıl içinde gerçekleşti. 1998 o tarihten bu yana en sıcak geçen yıl oldu. Nüfus ve yoksullaktan kaynaklanan baskıların artarak devam edeceğini varsayıyor ve gerekli önlemleri almazsak afetlerdeki yükselme eğiliminin de süreceğini düşünüyoruz. Etkili önlemler insanlara bir afetten önce tehlikeli bölgeden uzaklaşma şansı tanıyan erken uyarı sistemlerini içermelidir. Buna ilaveten, afet gelip çattığında daha etkili biçimde kurtarma ve yardım operasyonları yapılmasını sağlayacak politikalar üretmek gereklidir. Ama bunlardan da önce yapılması gereken afetlerin etkisini artıran zaafları ortadan kaldırmaktır. Görevimizi açıkça biliyoruz. Kalkınma, toprak kullanımı ve yerleşim politikaları bilimsel ve teknik gereklilikler çerçevesinde oluşturulmalıdır. Afetlerle ilgili yasalar çıkarmak gerekli fakat yeterli değildir. En iyi kanunlar düzgün ve yansız bir biçimde uygulanmadıkça işe yaramazlar. İlk önce hatırlamamız gereken insanların serbest iradeleri ile değil yoksulluğun zorlamasıyla tehlikeli bölgelerde yaşadıklarıdır. Sürdürülebilir ve eşitlikçi bir kalkınma modeli kendi başına yararlı olduğu gibi afetlere karşı da en iyi sigortadır. İyimser olmak için nedenlerimiz var. Geniş çapta uydu ile izleme erken uyarı makenizmalarında devrim yaratmış bulunuyor. Internet bu yoldan elde edilen verilerin hızla yayılmasını sağlıyor. Özellikle hava şartlarından doğan afetlerde bu veriler çok önemli koruyucu rol oynuyorlar. Afetlere karşı korunmada her zaman ileri teknoloji kullanımı gerekmiyebilir. Geçen seneki Mitch fırtınasında bir Honduras köyünde 150 kişi öldü. Aynı yörede olan fakat bir afetlerden korunma pilot programının uygulandığı bir başka köyde hiç ölen olmadı. Çin de son yıllarda sellerden kaynaklanan ölü sayısını azaltan yöntemleri başarıyla uyguluyor. 1931 yılında benzer bir sel 130.000 can almışken, 1998 selinde sadece 3.000 kişi öldü. Yerel çerçevede ufak mali kaynaklarla çok şey yapılabilirse de, bazı önemli risk azaltıcı ve afet önleyici programlar için birçok yoksul ülkenin maddi gücü yetmeyecektir. Bu bağlamda uluslararası yardım hem gerekli hem de etkili olacaktır. Ne yapılması gerektiğini biliyoruz. Tek ihtiyacımız bunu yapmak için gerekli olan siyasi iradedir. 10 Eylül 1999 International Herald Tribune gazetesinde yayımlanmıştır. KÜRESELLEŞME ve ÇEVRE SORUNLARI Gelir Dağılımı Bozukluğu Çevreyi Tehdit Ediyor Yoksulluk ve Gıda Güvenliği Sorunları Küresel Gündemden Düşmüyor Geçtiğimiz yıl küresel ekonomi mal ve hizmet olarak 41 trilyon dolarlık üretim gerçekleştirdi. Bu gelirin yüzde 45'i gelişmiş ülkelerde yaşayan ve dünya nüfusunun yüzde 12'sini oluşturan bir mutlu azınlığın cebine girdi. Dünyanın en ünlü çevre izleme örgütü olan Worldwatch Institute'un Vital Signs 2000 adlı kapsamlı çevre raporunda " Bu zengin azınlık çevre bozulmasına yol açan aşırı tüketimin baş sorumlusudur," deniliyor. Bir iki örnek vermek gerekirse, gelişmiş ülkelerin kağıt tüketimi gelişmekte olan ülkelerin tüketiminin tam dokuz katı, kişi başına otomobil sayısı ise tam 100 katı. Öte yandan, gelişmekte olan ülkeler bilgi çağına ulaşımda da giderek yaya kalıyorlar. Internet kullanıcılarının yüzde 87'si kalkınmış ülkelerde yaşarken, Hindistan, Çin ve Afrika'daki insanların ancak yüzde biri internet kullanabiliyor. Üçüncü dünya ülkelerinin toplam dış borçları 2.5 trilyon dolara ulaşmış bulunuyor ve bu ülkeler gelirlerinin yüzde 30'unu borç ödemelerine ayırmak zorundalar. Çevre tahribatının faturasını genelde yoksullar ödüyor ama zengin ülkeler de iklim değişikliği gibi küresel sorunlardan kaçamıyorlar. Geçen yılın sonunda, küresel ısınmanın yol açtığı hava koşulları Batı ve Orta Avrupa'ya şiddetli fırtınalar ve seller getirdi. Bunların neden olduğu maddi zararın 10 milyar dolar civarında olduğu hesaplandı. Haziran sonunda Cenevre'de toplanan Birleşmiş Milletler Sosyal Kalkınma Zirvesi'ne Genel Sekreter Kofi Annan ve BM Sosyal Kalkınma Komisyonu tarafından sunulan raporlar da benzeri bir kara tablo çiziyor. Raporlarda İrlanda ve Çin'in sosyal kalkınmadaki başarısı belirtilirken, diğer bir çok ülkede işsizlik, yoksulluk ve dış borç ödemesi gibi göstergelerin daha da kötüye gittiği söylendi. Annan'ın raporunda birçok ülkenin bildirdiği yoksulluk, işsizlik seviyelerinin ve gelir dağılımı dengesizliğinin "insanlık açısından kabul edilemez ölçüde" olduğuna dikkat çekildi. Cameroon gelirinin %95ini borç geri ödemesine ayırdığını raporuna yazdı, Nigeria'da BM'nin daha önce aldığı kararlara göre 2001 yılında dünyada yoksulluğu sona erdirme niyetinin bir "rüya" dan başka bir şey olmadığını açıkladı. Kalkınmış ülkeler daha önce gelirlerinin yüzde 0.7'sini yoksul ülkelere yardım için ayıracakları teminatını vermişlerdi ama 1995'ten bu yana çoğu bu sözünde durmadı. Biyoteknoloji Olmadan Olmaz mı? Gıda Güvenliği Tartışmasında Son Gelişmeler Ülkeler arasında, bir ülke içindeki farklı sınıflar arasında ve kadınlarla erkekler arasında eşitsizlikler giderek artarken, gelir dağılımdaki bozuklukların en çarpıcı izlerini gıda güvenliği konusunda gözlemliyoruz. Dünya gıda üretimini küresel nüfusa böldüğünüzde çıkan rakamlar, bugün için hiçbir dünya vatandaşının aç kalmasına gerek olmadığını ortaya koyuyor. Oysa, gerçek durum böyle değil. Dünya nüfusunun yüzde 13'ü, aşağı yukarı 840 milyon insan, gıda güvenliğinden yoksun. Bu rakamın da 200 milyonu yetersiz beslenen çocuklardan oluşuyor. Bu bolluk içinde yokluk paradoksunun altında yatan neden yoksulluk. Milyonlarca insan varolan gıdaları alacak gelirden yoksun. Dünyamızda 1.3 milyar insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Günlük gelirleri bir dolar veya altı. Böylece, her gün 40,000 insan kötü ve yetersiz beslenmenin yol açtığı hastalıklardan ölüyor. BM'nin sosyal kalkınma raporuna göre yoksulluk sınırı altında yaşayan insanların sayısının 2015 yılında 1.9 milyara çıkması bekleniyor. Bir toplumun veya ulusun gıda güvenliğinin olduğunu söyleyebilmemiz için üretim rakamları yeterli değil. Bütün aileler ve kişiler gıdaya ulaşabiliyorlar mı? Gıdaların beslenme kalitesi yönünden içeriği yeterli mi? Bu sorulara olumlu yanıt verilebiliyorsa gıda güvenliğinden söz edilebilir. Dünya Bankası'nın tarım araştırma grubu CGIAR'ın en son raporlarına göre, 2020 yılına kadar dünya gıda üretimdeki artış nüfus artışı ile baş edebilecek. Bundan sonraki yıllar için, artacak gıda talebinin ancak tarımda devrim yaratacak yeni teknolojilerle karşılanabileceği düşünülüyor. FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) başkanı Jacques Diouf, günümüzdeki beslenme sorunlarının yoksulluk ve dağıtım sorunlarından kaynaklandığını fakat Dünya nüfusu 8 veya 9 milyara ulaştığı zaman , üretim yetersizliğinin beslenmede en büyük engel olacağı konusunda benzer fikir öne sürdü. Financial Times gazetesine verdiği bir demeçte, Diouf açlıkla mücadelede elimizdeki gen teknolojisini kullanmak zorunda kalacağımızı belirtti. Sekizler Grubu, yani dünyanın en büyük ekonomilerinin sahibi ülkeler, Temmuz ayında Japonya'da yapacakları toplantıda özellikle "GM", yani genetik olarak değiştirilmiş bitkiler konusunu tartışacaklar. Geçen yüzyılda tarımda yaşanan "yeşil devrim" , tarım alanlarını genişleterek, gübre ve haşere öldürücülerinin kullanımını artırarak ve özellikle tahılda daha verimli hibrid türler geliştirerek sağlandı. Tarıma açılacak toprak hemen hemen kalmamışken ve aşırı gübre ve haşere öldürücüsü kullanmanın sularımızı ve topraklarımızı nasıl zehirlediği anlaşılmışken, artık geleneksel sayılan bu yöntemlerin kullanımıyla üretimi artırmak mümkün olmayacak. CGIAR'a göre yapılması gereken: • Tahıllar başta olmak üzere en önemli gıda ürünlerinde verimi artırmak. • Bunu yaparken kimyasal kullanımını azaltıp biyolojik kökenli ürünlere öncelik vermek • Toprak, su ve gıda yönetimini tamamen entegre hale getirmek • Hayvancılıkta verimi artırmak Tarımsal verimi artırmak için gelecekte yapılacak çalışmaların ana direğinin bir biyoteknoloji devrimi olacağı belirtiliyor. Yani, ucu türler arası gen alışverişine kadar giden bir devrim. Örneğin, tuzlu topraklarda pirinç tarımı yapmak istiyorsak, balıklarda tuz toleransı sağlayan bir gen pirinç bitkisine aktarılabilir. Bitkilerin haşerelere, kuraklığa ve tuzluluğa dirençleri artırılırken, gen teknolojisi ile beslenme değerlerinin de yükseltilebileceği düşünülüyor. Örneğin, A vitamininden yana zengin pirinç bitkisi oluşturulursa, Asya'nın yoksul halklarında A vitaminliği ek***liğinden oluşan hastalıklar - mesela körlük- yok edilebilir. Bilim adamlarının artık insan genomunu, yani insanın gen haritasını, çizebildiklerini ilan ettikleri şu günlerde, tarımda gerekli olan biyoteknolojiye ulaşabileceğimiz kuşkusuz. Bu teknolojilerin çoğu ABD'de yaygın bir biçimde kullanılmaya başlandı bile. Ancak, bu teknolojinin nasıl kullanılacağı, insan sağlığı ve çevre üzerindeki muhtemel etkileri konusunda görüş birliği yok. Avrupa Birliği ülkeleri, ABD yönetimli şirketlerin ortaya çıkardığı genetik değişikliğe uğramış bitkileri veya hayvanların ürünlerini ülkelerinde istemiyorlar. En büyük çekince de genetik değişikliğe uğramış bitkilerin yaban akrabalarını doğada nasıl etkileyeceklerinin bilinmemesinden kaynaklanıyor. Laboratuarda uslu duran değişikliğe uğramış yaratıkların , uzun vadede doğada nasıl etkileşimler oluşturacakları henüz bilimin kesin kes yanıtlayamadığı bir soru. Öte yandan, gen teknolojisi bugün 6 büyük özel sektör kuruluşunun tekelinde. Bu şartlarda, yeni teknolojilerin yoksul köylülere nasıl ulaştırılacağı ve bedelini kimin ödeyeceği soruları gündeme geliyor. Bilimin yoksullara ulaşabilmesi için ulusal ve uluslararası çerçevede yeni politikalar oluşturulması ve adeta bir seferberlik ilan edilmesi gerekiyor. Dünya gıda üretimi ve tüketimiyle ilgili rakamlar ülkemizi çok yakından ilgilendiriyor. Az gelişmiş tarımı ve can çekişen hayvancılık sektörü ile ülkemiz, gıda yönünden kendi kendine yeterlilik avantajını hızla yitiriyor. Gelişmiş ülkelerde hem tarımın hem sanayinin yüksek verimle çalıştığını unutanlar ve ülkemizde sanayii gelişsin de yiyeceğimizi nasıl olsa ithalat yoluyla karşılarız diyenler bir acı gerçeği unutuyorlar. Tarım kaynaklarındaki tıkanma ve artan dünya nüfusu bileşimi er geç tarım ürünlerindeki arz ve talep dengesini ithalatçılar aleyhine değiştirecektir. Gelişmekte olan ülkeler yılda 14,5 milyar dolarlık - 88 milyon ton - tahıl ithal ediyorlar. Bu rakamın 2020 yılında, yani tarım ürünleri tüketiminin üretimi aşacağı darboğazda, iki misline çıkması ve aynı ülkelerin et ithalatının sekiz kere katlanması bekleniyor. Bir gün ihracatçı ülkeler önce Çin'i mi doyuralım yoksa Türkiye'yi mi açmazına düşerlerse ne olacak? Üstelik, nüfusunun yüzde 40'ı hala kırsal kesimde yaşayan bir ülke, yani Türkiye, tarım kesiminden yeterli gelir elde edemiyorsa ekonomik kalkınmasını nasıl finanse edecek ve gıda açığını karşılayacak dövizi rahatlıkla denkleştirebilecek? Bu sorular sadece ekonomik geleceğimizle değil, ülkemizin stratejik çıkarları, ulusal bağımsızlığı ve toplumsal barışı ile en yakından ilgili hayati sorular. Ama yönetici kadrolarımız sorumların çözümüne değil çözümlenmesine bile henüz başlamadılar. Kaynaklar: Promethean Science, CGIAR yayını Worlwatch Institute yayını, Vital Signs 2000 BM Sosyal Kalkınma Komisyonu Raporu Financial Times, 28 Haziran 2000
__________________ ''Bu topraklar bomboş arsalar değildir, adı Vatandır. Vatan; Dünyada, parası, fiyatı, karşılığı, borsası, piyasası olmayan tek şeyin adıdır.'' Nihat GENÇ Cumhuriyet onurla yaşar! Cumhuriyet bağımsızlıktır, onurumuzdur, dirliğimizdir, bereketimizdir, Nasrettin Hoca'dır, Yunus Emre'dir, bütün bu değerleri çocuklarımıza anlatmaktır. Onur ve şeref kazınmış ve çıkartılmıştır bu topraklardan. Böyle cumhuriyet olacaksa hiç olmasın, yıkılır bir tanesi daha yapılır. Nihat GENÇ[/SIZE] |
Tugay NAYKI kullanıcısına teşekkür eden 2 üye: | Ayşenur KILIÇ (11-Ağustos-2009), bahriaskin (08-Temmuz-2009) |
11-Ağustos-2009, 10:42 | #2 (permalink) |
Süper Moderatör Üyelik tarihi: 04-Haziran-2009
Mesajlar: 2.464
Teşekkürleri: 3.081
456 mesajına 1.430 kere teşekkür edildi.
| Tugay hocam teşekkürler . |
Ayşenur KILIÇ kullanıcısına teşekkür edenler: | Tugay NAYKI (10-Ekim-2009) |
09-Ekim-2009, 22:21 | #3 (permalink) |
Özel Üye Üyelik tarihi: 08-Haziran-2009 Bulunduğu yer: sakarya Yaş: 56
Mesajlar: 62
Teşekkürleri: 89
27 mesajına 208 kere teşekkür edildi.
| Çok teşekkürler Tugay Bey. Saygılarımla Mehtap Yıldırım |
serrabora kullanıcısına teşekkür edenler: | Tugay NAYKI (10-Ekim-2009) |
Etiketler |
isä±nma, isınma, kã¼resel, küresel |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |